Öyleyse idraksiz yani
muhakemesiz bir akıl mümkün müdür? Ya da iradesiz bir akıl ne işe yarar?
Ünlü İtalyan filozof ve gökbilimci Giordano Bruno, aynı zamanda
rahip olmasına rağmen 1600 yılında Engizisyon mahkemesi tarafından idam edilmiş
birisiydi. “Gömleğin ilk düğmesi
yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider” sözüyle gerek dini gerek siyasi gerek sosyal
gerekse ekonomi yaşamdaki manipülasyonlara dikkat çekmiş; temele yani öze
odaklanılması üzerinde durarak; “İlk
Aklın” doğruluğundan asla şaşılmamasını vurgulayıp, yanlışlar tuzağına
düşülmemesine salık vermiştir.
İlk Akıl, yaratıcının Etkin Aklı’dır. Çünkü yaratıcıdan çıkan ilk
birlik akıldır. Bu esasa
göre ruhlar ve ona bağlı akıllar yaratılır. Etkin Akıl
olan yaratıcı Allah, bu dünyadaki varlıkların maddi unsurlarını ve insanların
ruhlarını yaratan varlıktır. Etkin Akıl, aynı zamanda insanların zihinlerine
bilgi için gerekli olan form ve kategorileri aktarır.
Mümkün bir varlık olan insan, dolayısıyla mümkün olan bir
ruha ve ondan türeyen akla sahiptir. Ancak ne ruh ne de akıl kesinlikle özgür
olmayıp Etkin Akıl’a bağımlıdır.
İnsan›n özü varoluşundan ayrıdır; bundan dolay› insanın
özü ne kendiliğinden ne dış bir müdahaleyle ne de otomatik olarak gerçekleşir
Yani, insanın varolmasıyla varolmaması eşit derecede mümkündür. Onun özü
gerçekleşebilir de, gerçekleşmeyebilir de. Ona varoluş veren ve onun özünün
gerçekleşmesini sağlayan yaratıcı Allah’tır.
Aklın idrak edebilmesi için indirdiği kuralları fiziki örneklerle
kanıtlayan Allah’a itiraz edilemeyecek olmasına rağmen aksi düşünce ve
davranışlar aklın tek başına yeterli olmadığı ve idrakin ehemmiyetini ortaya
koymaktadır.
Oysa arkaya dönüp bakılabilse muhakeme yetisine
kavuşabilecek bir ön, idrak edilebilecektir. Tıpkı mağdurun gömüldükten sonra
unutulup, katilin insan hakları adına savunulması nasıl idraksiz bir mantık
ise, haksızlık ve adaletsizlikte öyledir.
Hâlbuki hak, adalet ve gerçeğe ulaşılabilmenin yolu, fiziki
önceliklerden ziyade ruhsal değerlerle sağlanır. Olaylara neden olan etkinin
evveliyatı irdelenerek idrake kalkışılabilinse, nefisin güdümünde olmayan doğru
veya yanlış anlaşılabilecektir.
Aslında, en sıradan ve basit olarak değerlendirilen doğru
veya yanlış bir düşünce ve hareketin nasıl akıl almaz sonuçlara neden olduğu
malûmdur. Dolayısıyla ancak idraksiz bir beyin bakışıyla olaylar fiziksel
nitelikte değerlendirilmekte; dolayısıyla müspet bir sonuca ulaşılamamaktadır.
Bir maddenin fiziksel gücünü ve hareket ivmesini kazandıran ruhsal etkidir.
Enerji olmadan hiçbir şey ivme kazanamaz, hareket edemez ve biçimlenemez. Fizik
mazeret; bilgi ve irade ruhsaldır.
Seküler-laik bir devlet, hatta Türkiye’yi düşünün. Devlet
ateist ama halk teist; yani Allah inancına sahip Müslüman! Devlete göre
hâkimiyet beşerde, halkta ya da diğer bir ifadeyle insandadır. Oysa İslam’da
ise hâkimiyet kayıtsız-şartsız yaratıcı Allah’ta! Öyleyse kimin hükümlerine
boyun eğilerek iman edilmelidir? Ateizmin siyasi terminolojisi olan laik
düşünceye göre sokakta ya da camide Allah’a; devlette insana iman eden Müslüman
olabilir mi?
Allah’a olan inanç ve imanı reddedip aklın üstünlüğünü
kabul eden laik anlayış öyle manipüle edilmiş ki, hem din hem de dinsizlik bir
arada kabul edilebilmiştir. Böylece ‘gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince
diğerlerinin de yanlış gitmesi’ misali düzen bozulmuş; dolayısıyla düzenin doğrulaştırılabilmesi
imkânsızlaşmıştır. Nasıl ki bir çeliğin izabe fırınlarında eritilmeden biçim
verilerek doğrulaştırılabilmesi olanaksız ise, yanlış iliklenmiş düğmede
düzeltilmeden gömlek giyinemez.
Seküler-laik bir devlet düzeninde İslam mevzubahis
olamaz! Çünkü İslam, kendini yok sayan ya da kısıtlayan bir düşüncenin müdahalesine
asla izin vermez. Dolayısıyla İslam’ın hâkim olmadığı bir devlette İslami
müesseseler, dernekler, partiler, ekonomik ve sosyal faaliyetler, bankalar ve
siyaset; tıpkı ölünün kırık kolunu tedavi etmek gibidir. Hâkimiyetin
kayıtsız-şartsız ALLAH’ın olmadığı bir düzende sözde olan İslam’ın ölü bir
bedenden hiçbir farkı yoktur. Zaten
cenazelerde İslam’ın hatırlanması, İslam’ın ölü düşünülmesindendir.
Öyle ki, seküler-laik düzene bağlı Diyanet İşleri
Başkanlığı kesinlikle İslami bir kurum değildir. Her dini kapsamak suretiyle din
işlerini yürüten bir kuruldur. Laiklik
ilkelerinin yani kapsamının dışına çıkmayarak devlete sadece bilgilendirme
sunup görüş bildirir. Diyanette İslam dini, hıristiyanlık ve yahudilikle eş
değer tutulmakta; dolayısıyla Kur’an hükmüne aykırı fetvalarla küfrün dibi işlenebilmektedir.
Oysa Allah, gerek Al-i İmran Süresi 19. ve 85. Ayetlerinde
“hak dinin İslam olduğunu ve İslam’dan
başka bir din aranmayacağını” buyurduğu halde, Diyanet İşleri Başkanlığı hıristiyanlık
ve yahudilik gibi dinleri de meşrulaştırarak İslam ile müsavileştirebilmiştir. Ki, başkanı Ali Erbaş’ın yazdığı hıristiyanlık
ile ilgili kitaplarında onları muhkemleştirircesine
Kur’an geldikten sonra dinlerine devam edebileceklerini
ve cehennemlik olmadıklarını belirtmesi, kendisinin kim olduğunu ortaya
koymaktadır.
Allah’ın
indirdiği esasa göre bir devlet ve siyasi düzen iddiasında bulunmayan bir
Diyanet İşleri Başkanlığı, İslami olabilir mi?
Diğer taraftan; faizi, murabaha adı altında İslam’ı
manipüle etmek suretiyle haramı helalleştiren katılım bankalarına ne demeli! Söz
konusu katılım bankalarının faiz esaslı bankalardan kullandıkları kredilere her
ne kadar sendikasyon kredisi olarak adlandırsalar da faiz öderler. Faiz alan ya
da veren bankalarla aralarındaki fark; kredide banka ile müşteri karşı karşıya
gelip arada başka bir taraf bulunmazken; sözde adına murabaha verilen katılım
bankasında ise satıcı-banka-müşteri üçlüsü devrededir. Diğer açık bir ifadeyle;
aynı sistemden beslenen faizci bankalar doğrudan fahişelik yaparken; katılım
bankaları ise pezevenklik yapmak suretiyle harama yani fuhşa aracı olurlar. .
Gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi sonucu hatalı
olan gömleğin üzerine kazak, ceket veya pardösü ile örtülmesi yanlışı ortadan
kaldırmamakta; dolayısıyla yanlış daha da kronikleşerek kangrene dönüşmektedir.
Kangrenli yanlış kesilip atılmadan sağlığa ulaşılabilmek mümkün olmadığından
hem dini hem siyasi hem sosyal hem de ekonomideki yanlışlar sürmekte; böylece
beşeri hâkimiyet sözden öteye geçememektedir.
Aslında gerek gökyüzünde gerekse
yeryüzünde anlaşılmayacak hiçbir gizlilik olmayıp her şey aşikârca cereyan
etmektedir. Ancak muhakeme yani idrak sorunu vardır. Zaten vuku bulan herhangi
bir olayın fiziki bir gizliliği olamaz!
Alenen belli olan bir olayın
açıklanmasına ihtiyaç yoktur. Çünkü o, yeterince açık olduğundan tartışmaya
mahal bulunmamaktadır. Tıpkı görünen köyün kılavuz istememesi gibi! Ne var ki,
ortada apaçık duran bir gerçeği seküler-laik düşünce düzeyinde çeşitli
bahanelerle eğip bükmeye çalışma amaçlı gayretler akılları karıştırdığından
idraki zora sokmakta; dolayısıyla Allah’ın takdiriyle yanlış yol edinilebilmektedir.
“Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin
hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak
mısın?” Yunus 99
“Allah’ın izni
olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar.” Yunus 100
“Allah
nezdinde hak din İslam'dır. Kitap
verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık
yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki
Allah'ın hesabı çok çabuktur. “Al-i İmran 19
“Kim,
İslam'dan başka bir din ararsa,
bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette
ziyan edenlerden olacaktır. “ Al-i İmran 85
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder