İnanç ile iman; ruh ve
beden misali farklı kuvvetlerdir. Çünkü ruhsuz bir beden nasıl ölü ise, imansız
bir inançta ölüdür.
İnancın
kanıtı imandır; diğer bir ifadeyle fiiliyattır, uygulamadır, ameldir.
Dolayısıyla her ne kadar fikirler para eder olsa da, hayatlar eylemlerle
yaşanır, fikirlerle değil.
Göklerde
ve yerde nice deliller olmasına rağmen delillerden yüz çeviren insanların ne
oldukları güttükleri inançla orantılıdır. Kokusuz güzel çiçekler misali güçlü
sanılan beşerin etkileri imansız aptal yığınları doğurmakta; böylece yaşanılan
doğrultuda inanılan seküler-laik bir dünya oluşmasından nefsin egemenlik
iddiası sürebilmektedir.
Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile
duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal
sonuçlar doğurması, muhakemeyi üreten akıl ile duygulara hükmeden kalbin anlaşmazlığındandır.
Dolayısıyla egemenlik savaşı aslında akıl ile kalp arasında sürer.
Bu savaş öylesi bir karmaşıklık ve tutarsızlık içinde
sürer ki, inanç ile imanın birbirlerine hükmeden veya dışlayan rakiplikleri
fevkalade ince ve sezilebilmesi güç bir çerçevede cereyan eder. Ancak seküler
bir bilim bakışıyla çözüm dumur kalmakta ve hiçbir teoriyle ruhsal bu incelik
somut olarak açıklanamamaktadır. .
İnançsızlık veya inkâr da bir inançtır. Onu doğuran şüphedir;
şüphe de zayıflık olduğundan sorunların çözülememesine yani denetim altına
alınamamasına nedendir. Diğer taraftan şüphe, imanın açık bir düşmanıdır!
İnsanoğlunun bilim adına yaptığı temel yanlış, ruhun
madde ve beden üzerindeki hâkimiyetini ısrarla reddetmesidir. Beyni ve ürettiği
iddia edilen aklı yaratıcı bir güçmüş gibi öne sürerek ruhtan soyutlayan
pozitif bilim, duyguların da kendine özgü bir önsezi olduğu değerlendirmesiyle inanılmaz
bir paradoks ve saçmalık yaşamaktadır. Onun için duygusal davranışlar aşağılanarak
mantık yüceltilmekte, böylece hatasız, güçlü ve egemen olunabileceği düşünülmektedir.
İnsanların birbirleriyle olan etkileşmesini sağlayan
duygular, bilgi, eylem, inanç ve imanı olgunlaştırmakta ve fiziksel hayatı
yönlendirmektedir. Dolayısıyla insanların birbirine veya başka bir şeye karşı
gösterdiği aşırı ilgi veya talep, duygusal tepkinin bir neticesidir. Duygusal
dürtünün olmadığı bir yaşamda; ne bir inanç, ne bir düşünce, ne bir sevgi veya
nefret, ne bir aile veya millet ne de fiziksel bir etkileşme mümkündür.
Duygudan arınmış akılcı ve mantıkçı bir basiret var olamayacağı gibi, böyle bir
ayrıcalığın ruhun var olma nedenine, özüne ve temel yapısına da aykırılık
teşkil edeceği muhakkaktır. Hâlbuki algılayan, kavrayan, hisseden ve bilen
kalptir; aklı güden kalpten doğan hisler olduğundan akıl, tek başına
yetersizdir. Tıpkı ruhsuz beden gibi!
Aslında nefislerine mağlup olmuş insanlar, birer yaratılmış
kul oldukları gerçeğini kabullenip iman edebilseler, hilkatteki eşlerini
iradesel bağlamda kendilerinden üstün görmez ve onlarında her yaratık gibi
görevli kulsal araç oldukları bilinciyle hareket ederlerdi. Egemen ve güçlü
sandıkları kimselerin gerçekte nasıl aciz olduklarına şahit olmalarına rağmen,
yine de onları fayda veya zarar sağlayıcı kudretler olarak yüceltebilmektedirler.
Oysa kendileri gibi onlarında etrafları görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen
birçok musibetlerle çevrilmiş olup etkileri de, tıpkı denizde hayat kurtaran
tahta parçasından farksızdır. Aracıya değil egemen olan Mutlak İrade’ye itibar edilmesi,
iddia sahibi mantığın kaçınılmaz bir gereği olmalıdır ama nefis, bu gerçeği kör
ve sağır kılmaktadır.
Bir şey olacaksa, onun olmasını hiçbir güç dilediği gibi
engelleyememektedir. Olmayacaksa, yeryüzündeki aracı bütün güçler bir araya
gelse yine de onu başarılamamaktadır. Tıpkı barış ve savaş, kay›p ve kazanç,
yaşam ve ölüm, hastalık ve şifa, açlık ve tokluk gibi!
İnsanlar hızla akan bir ırmağın üzerindeki odunlardan
faksızdır. Aklı ve kalbi olmayan odunlarla, aklı ve kalbi olan insanların
arasında pek fark yoktur. Çünkü kulluklarından dolayı bağımsız ya da özgür
olamadıklarından inançları da, inançsızlıkları da ve imanları da yaratıcı Allah’ın
Mutlak İradesi’ne bağlıdır. Bu sebeple iradesel bir özgürlükleri ve ufku görebilme
kuvvetleri bulunmadığından, tuzaklarla çevrili yaşamlarında neyin doğru-yanlış,
yalan-gerçek, iyi-kötü; nerenin emniyetli veya tehlikeli olduğunu asla
bilemezler. Dolayısıyla kaderin mecrasında sürüklenerek ya güvenli bir kıyıya çıkarlar
ya da cehennemî sularda cebelleşerek boğulurlar.
Nasıl ki inanıldığı halde iman edilemediğinden inanç
hiçbir değer taşımıyor ise, bilinenin fiiliyata geçirilememesi veya amel edilememesi
de o bilginin hiçbir kıymet taşımadığını ortaya koyar.
Bir dakika sonrası meçhul bir hayatın ne değeri olabilir
ki, azan benliğe yani nefse gem vurulamıyor; kabaran iştah doyurulamıyor; fırıldak
gibi arayışta olan gözlere mani olunamıyor; dedikoduya meraklı kulaklar engellenemiyor;
batılın cirit attığı zihinler hakka dönüştürülemiyor ve duyguların çalkantısı
durdurulamadığı halde inanılıyor ama iman edilemiyor. Dolayısıyla gerçeğe bakılıyor
ama görülemiyor; duyuluyor ama işitilemiyor; anlaşılıyor ama kavranamıyor. İşte
sorun bu!
İnsanlar her ne kadar düşünebilme ve muhakeme edebilme
yetilerine sahip olsalar da, birçok şeyin karşılığını bulamamaktadırlar. “Kim
olduğu; niçin dünyaya geldiği; amacının ne olduğu; neden düşüncelerini
gerçekleştiremediği; kime karşı sorumlu olduğu, mücadelesinin sırrı; hayatını
kendi mi yoksa başka bir gücün mü yönlendirdiği; neden hata ve yanlış yapabildiği;
inançla iman arasındaki belirsizlik; plânların fiiliyata geçirilememesi; hiç
tanımadığından gördüğü yardım, ilgi ve alâkanın sebebi; duyguları doğuran ve farklı
kılan etki, dost ve kardeşlerinin ihaneti, yaşam varken neden ölebildiği;
iyilik varken neden kötülüğü, barış varken neden savaşı; uzlaşma varken neden
kavgayı, sağlık varken neden hastalığı, sevgi
varken neden nefreti; sabır varken neden isyanı; mutluluk
varken neden sıkıntıyı, zenginlik varken neden yoksulluğu, kazanç varken neden
kaybı, özgürlük varken neden kulluğu; liderlik varken neden dilenciliğin tercih
edilebildiği faraziyelerden öte anlaşılamamakta; dolayısıyla akılcı kuramlar ve
bilimsel teorilerle yalanlara devam edilebilmektedir.
Zor olan bir meseleyi
anlamak değil uygulayabilmektir. Dolayısıyla güzel ama uygulanması imkânsız
sözler, içindeki ölüye faydası olmayan mezardaki çiçeklere benzer.
Geçmişte olanların gelecekte dekor değiştirilerek aynen
devam etmesi, aslında her şeyin anlaşılmasına yeterli olmakta ve imanın kabulünü
kolaylaşmaktadır. Ancak gereği yapılamadıktan sonra inanmış veya anlamış olmak
ne ifade eder?
İnanç şüpheyi
var eder ama iman yok eder!
“(Resulüm) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha
öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi.”
Rum 42
“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler. “
Yusuf 106
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder