Fani bedeni baki belleyip ebedi ruhu yok sayarcasına
kaderi takmayanların söz veya vaatleri ne kadar ihtişamlı olsa da, temel
dayanaktan yoksun fikirlerinden dolayı felaketten başka herhangi bir fayda
temin edebilmeleri ya da vicdanlı olabilmeleri kesinlikle mümkün değildir.
Yaradılış
gerçeğini ve Allah’ın mutlak egemenliğini reddeden bir düşüncenin hakkı ve
adaleti ayakta tutup kendilerini insanlığa adayabilmeleri imkânsızdır.
Hainlerin yani münafıkların yanında kafirler veya hasımlar
masumdur. Hem de öyle münhasırdırlar ki, inandıklarının gereğini yaparak hainlik
etmemekte; ihanette sınır tanımayan münafıklar kadar tehlikeli olmamaktadırlar.
Dille
ikrar etmenin yeterli olmadığı, kalple de tasdikin kayıtsız-şartsız zorunlu
olduğu insanlık, diğer bir ifadeyle İslam akidesi, imanı doğurmaktadır.
Diyeceklerdir ki, kalple tasdik edilip edilmediği nereden bilinebilecek;
kalplerdekini bilen beşeri bir güç mü vardır?
İşte amel, fiiliyat ya da davranışlar; kalple tasdik edilip edilmediğine
açık bir kanıttır!
İman
öyle bir kuvvet ve teslimiyettir ki, ne sorguya ne yoruma ne şüpheye ne
kıskançlığa ne hasede ne vesveseye ne fitneye ne kışkırtıcılığa ne isyana ne
korkuya ne ihtirasa ne toleransa ne keyfiyete ne inisiyatife ne nefse ne
pazarlığa ne umutsuzluğa ne gelecek endişesine ne batıla ne de kayıp yahut
kazanç kaygısına ödün vermez.
Öyle
ki, aşklar, sevgililer, kardeşler, aileler, ortaklar, müttefikler, hatta
vatandaşlıkta da öyledir!
Esasında neye iman
edilmiş ise, iman edilen gücün kuralları dışında bir seçim hakkı bulunmamakta;
olamaz; hatta düşünülebilmesi dahi abesle iştigaldir.
Kulluğa
ve itaate haiz tek varlık Allah olduğu kabul edilir ama Allah’ın geçici güç
verdiği kullarına kölelik kesilir.
İnsanın en korkunç zaafı ve görünüşteki üstünlüğünü
çerçöp eden zillet, kendi olmamasıdır. . Bu sebeple özle değil sözle hareket
eden insan öylesine aşağılık bir mahlûka dönüşmüştür ki, insanı insan yapan tartışılmaz değerler
altüst olmuştur.
Dünya gerek dini
gerek siyasi gerekse sosyal açıdan ikilemlerin yaşandığı bir arz olmuş; nefsi
yani benliği tavan yapmış yığınsal kitleler haline gelmiştir. Neredeyse tamamen sekülerleştirilmiş
dünya arenasında odun misali kendini yontan insan, ancak bedeninden ötesine
geçemeyen bir çağdaşlık manipülasyonuyla insanlığından çıkmasından dolayı
şereflenebilmiştir.
Akıl ile birlikte paranın da dolaylı tanrı sayıldığı
seküler dünyaya kendini kaptırmış sözü başka ameli başka olanları fikir
birlikteliğine taşıyan nefis, hak ve adaletin en yaman düşmanıdır. Dolayısıyla hak
ve adalete götüren tumturaklı iman edilememiş olması hainliği, münafıklığı,
riyakârlığı ve yalanı doğurmakta; kolayca fiyat etiketleriyle konumlandırılmak
suretiyle alınıp satılabilen bir metaya dönüşülebilmiştir.
Zihinlerin iğfal edilmesinden
kalpler öyle falafoş olmuştur ki, hayal âlemi gerçekmiş gibi yaşanır olmuştur.
Böylece nefislerin tutsağında olan insanın doymak-bilmez iştahını ancak ölüm
kesmiş ise de, yalanlar sürdürülebilmiş, ikna olan yığınlar artabilmiş,
hilelerle vicdanlar sömürülebilmiş, nefsi ihtiraslar okunamamış ve insan
tanrıymışçasına vazgeçilemez kılınabilmiştir.
Oysa ölümlü insan, vazgeçilemez
olabilir mi? Ameli ölüm olan insanın sözü muteber sayılabilir mi? Sözünün
gereğini yapamayan güvenilir addedilebilir mi? Yaratıcı Allah’ın hükmettiği bir
âlemde insana inanılabilir mi?
Sözü olup da ameli olmayanın hayvandan farkı; konuşması
mıdır?
Ölümlü bir beşerin ne
sözü ne vaadi ne iddiası ne hâkimiyeti ne de sahipliliği mümkündür. Ancak vahye
muvafık olan sözün kıymeti vardır ki, karşılığı da amelle kanıtlıdır!
“Ey İnsanlar! Rabbinize
karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey
ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın
dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın.” Lokman 33
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder