Ölümde bir doğumdur!
Dolayısıyla her doğan ölmek için geldiğinden sevinç değil
üzüntü; her ölen de doğmak için gittiğinden yani âlem değiştirmiş olmasından üzüntü
değil sevinç gerekli kılınmalıdır.
Öyleyse neden doğumda seviniliyor da, ölümde üzülebiliniyor?
Asıl mesele insanın ruhi
mi yoksa bedeni mi olduğudur.
İnsan, ruh ile bedenden müteşekkil ise de, bakilik ve
faniliği ayıran ya da diğer bir ifadeyle dünya ile ahiret hayatının ayırımını
kanıtlayan bir kuldur. Kulluğunun ezeli ve ebedi oluşu ruhundan; geçicilik ve
ölümlü oluşu da bedenindendir. Bu sebeple ruhi olarak ele alındığında ölümsüz;
bedeni olarak ise ölümlüdür.
İnsan olsun hayvan olsun; nasıl ve hangi sebeplerle yaratılarak
oluşumlara bağlı geliştiği ve etkilendiği önyargısız bir gözlemlemeyle
irdelendiğinde, ruhsal gerçekliliği kavranabilecek; bedenin ve organlarının
sadece mazeret olduğu anlaşılabilecektir.
İnsanın kul olduğu gerçeğini kabul etmemek maksadıyla pozitif
bilim adına yaptığı temel yanlış, ruhun madde ve beden üzerindeki hâkimiyetini teorilerle
reddedebilme hezeyanıdır. Oysa teorilerindeki varsayımlarını pratikte
kanıtlamayışından öyle bir paradoks yaşamaktadır ki, bedeni tek başına bir güçmüş gibi algılayarak
ruhtan soyutlamış, aklın denetleyemediği duyguları da kendine özgü bir önsezi yapma
iddiasıyla inanılmaz saçmalıklara yönelmiştir. Onun için duygusal davranışlar
aşağılanarak mantık yüceltilmeye çalışılmış; böylece hatasız, güçlü ve egemen
olunabileceği düşünülmüştür.
İnsan, ‘ne
olduğunu’ reddeden öyle bir yaratıktır ki, kendisine hayat ve işlev
kazandıran ruhunu yitirmesiyle bir ceset olduğunu kabul etmeyendir.
Odun ile insan arasındaki fark nedir bilir misiniz; birinin
ruhsuz diğerinin ruhlu olmasıdır. Hâlbuki odun, odun olmadan önce bir ağaç idi;
dolayısıyla o ağaca canlılık katan nasıl bir ruh ise, bedeni insan yapan da
ruhtur.
Ana rahminden çıkarak dünyaya gelmenin amacı; bir kefen
alarak mezara, diğer bir ifadeyle ahirete gidebilmek içindir. İşte yaşam ve
ölümün özü budur! Geri kalanlar ise mazeretten
öte değillerdir.
Bir şeyi bilmemek, onu inkâr
etmeyi gerektirmez. Çünkü o şey vardır! Dolayısıyla bilinmeyeni kabul etmek öyle
bir erdemlik ve bilgeliktir ki, nefsin tuzağına düşmekten kurtarıp yaratıcı
Allah’a teslimiyeti kılar.
Zaten inkârcılık, hilecilik, yalancılık, sahtecilik,
hainlik ve bencillik, bilinmezliği çözememenin sonucu değil midir?
Diriyken kaçtığı vatanından ölünce cesedini getirmeye
çalışarak vatanında gömülmek isteyenin vatan sevgisi ne ise, bedene duyulan
sevdalık da böyledir. Acaba bedene duyulan aşk ve tazim, neden ölüm
gerçekleşince son buluyor; yanına girilmeyip yılan ve çıyanlara hatta çürümeye
terk edilmek suretiyle yalnız bırakılmaktadır? Ruhun bakiliği aşikâr ise,
tartışılan nedir ve nasıl oluyor da insan, bedenden ibaret sayılabilmektedir? Öyleyse
seküler-laik yani pozitif bilim yalan değil de nedir?
Ne doğmamış olan ne de ölmüş olan insan değildir! Ancak
ruhla bütünleşildiğinde insan vasfı kazanılmaktadır. Bambaşka bir ayrıcalık ve
halifelik olan insanlık ise, Allah’a olan imanla şereflenildiğinde vücud
bulmaktadır.
“Sana ruh
hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir
bilgi verilmiştir.” İsra 85
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder