Çünkü insanoğlu diğer
her şey gibi yaratılmış bir kuldur ve ebedi mahkûm olduğu Allah’ın iradesinden
sıyrılabilmesi asla mümkün değildir.
Her
ne kadar şeytanın verdiği vesveselerle teori, kuram ve hipotezler üretmek suretiyle
mantıksal açılar geliştirse; yaldızlı ve süslü lâflarla iknada ayyuka çıksa;
kaderle örtüşen düşünce ve davranışlarını kendinden bilmiş olsa; başarı ve zafere
iradesince eriştiğine inansa; kaderden olanı menfi, kendinden olanı müspet
sansa; eğitim ve öğretimle yazgısını yenebileceğini umut etse; bilgisini,
gücünü ve sahip olduklarını emanet saymasa; aklı ve bilimiyle üstün geleceği
algısına kapılsa; tedbiri iradesinden belleyip kadere karşı koyabileceğini öngörse;
düşüncesini eylemden yüksek tutsa; bilgi, söz, makam, servet veya hünerleriyle
tüm canlıları ardına taksa yine de tutsaktır, kuldur.
İnsanın
özgür olabilmesi ancak mutlaklığı ile orantılıdır. Ne demek diye sorulacak
olursa; yaratıcı Allah’ı yok edip pratikte tahtına oturmak; hem kendi hem de
kâinattaki yaradılışı gerçekleştirmek; dilediğini yaratıp öldürmek; musibetlere
son vermek; her canlının ecelini tayin etmek; başarı yahut zaferi daim kılmak;
yoksulluğu ortadan kaldırmak; hastalık ve sakatlık gibi olumsuzlukları elimine
ederek sürekli sağlıklı bir yaşam vermek; yarın ne olacağını bilmek;
farklılıkları tek biçime indirgemek; kötüyü iyi yapabilecek formasyona sahip
olmak; bedeni insan yapan ruhu yaratmak ve gütmek; konuştuğu şeyi yapmak; etki altında kalmamak;
ol demesiyle bir şeyi oldurmak; silahla değil söz ile hizaya getirmek; herhangi
birine müttefik olarak ihtiyaç duymamak; hiçbir şeye muhtaç kalmamak; alan
değil veren olmak; ölümü durdurmaktır.
Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle
irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, paradoks ve çatışma
özgürlük ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Galibiyet ya da yenilgi; iyilik
ya da kötülük; doğruluk ya da yanlışlık; özgürlük ya da kulluk, yönetim ve
yönlendirme de sorumlu olan egemen güç ya daima yaratıcı Allah’tır; ya da daima
yaratık insandır.
Düşünce ve iradenin
özgürlük bağlamında dilediği aktiviteyi sağlayıp olayları kontrol altına alarak
kayıplara mani olması, engelleri aşması ve başarıyı sürdürmesi kaçınılmaz
olmalıdır.
Oysa sahip olduklarıyla şımaran insanoğlu, öyle nefsi bir
özgürlük ve egemenlik hastalığına yakalanmış ki, benliğinin kabaran tanrısal
kompleksinden dolayı gerçekte aldatma, görüntü ve rahat yaşamdan ibaret gelişmeleri
müthiş ve ezelî bir uygarlık ve iradesel bir yaratıcılık olarak algılamış,
tıpkı bir erin rütbeyle ödüllendirilip generalliğe terfi edilmesiyle duyduğu kibir,
ihtiras ve gurur misali kendini arşta görmüştür.
Hâlbuki kaderini etkileyerek yaşamını mutlak olumlu kılabilecek
ve her türlü olumsuzluktan arındırabilecek hiçbir gelişmeyi başaramamıştır. Bir
insanın iradesel bir değer taşıyabilmesi için, üç temel şeyden en az birini başarması
gerekmektedir. Ölümsüzlük; sürekliliği olabilecek mutlak bir sağlık; ekonomik
refah ve eceli belli bir yaşam garantisi. Öyleyse gerçekte değişen nedir?
Sadece makyaj, estetik, dekor, süs ve modadır. Şeytanı temsil eden benliğin onurlanmasına,
gururunun okşanmasına, kendisini üstün görmesine sebep olan ve sadece
görsellikten ibaret olan süs ve debdebe! Bakım yani süsle yapılan beden değiştirme
görüntüsü. Ama beden aynı beden! Şüphe yok ki insanoğlu için görünüş her şey
demek olduğundan aldanmakta sınır çizilmemektedir.
Asıl şaşılan ise,
yaratılmış bir kul olan insanın, yaratıcısı Allah ile tahtı paylaşma
cüretinde bulunabilmesidir. Hâlbuki egemen hiçbir varlık, yönetim hakkını bir başkasıyla
hele de yarattığı kulluyla paylaşmaz, devretmez ve yetki vermez. Bu, egemenlik
hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz temel bir kuralıdır. Vekâlet, ancak
yönetmek ve denetlemekte aciz olanların ihtiyaç duydukları bir yetkidir. Üstelik
yaratıcının yarattığı ile iktidarı paylaşabilmesi veya cüz’i de olsa ona bir
hak tanıyabilmesi, özgür bırakarak dilediğini yapabilecek bir inisiyatif
verebilmesi nasıl bir mantıkla özleşebilir?
Geçmişi ilkellikle horlayıp bugünü çağdaşlıkla öven
insan, dünyada hâlâ otomobilin, uçağın, televizyonun, modanın, bilgisayarın, telefonun,
elektriğin, çatal, kaşık, bilim ve teknolojinin ulaşmadığı birçok toplulukların
var olduğunu biliyor mu? Dünya Sağlık Örgütü’nün
yayınladığı bir istatistiğe göre; yetersizlikten dolayı iki milyardan fazla
insanın hiç doktora gitmediği ve modern hiçbir sağlık kuruluşuna başvurmadığını
ortaya koşmuştur. Ancak bu kimseler geçmişte olduğu gibi yine yaşamlarını
sürdürmekte, doğmakta, hastalandıklarında şifa bulmakta, sağlıklı kalmakta,
yemekte, giyinmekte, çalışmakta, ihtiyaçlarını karşılamakta, uyumakta, korkmakta,
sıkılmakta, sevinmekte, sevişmekte, evlenmekte, haberleşmekte, savaşmakta,
yaralanmakta ve mücadele ederken her devrin insanı gibi önceden belirlenmiş
eceli geldiğinde ölmektedirler. Peki, değişen ve çağdaşlık adına değiştirilen nedir?
Onlarda insan değiller midir?
Madem insanoğlunun özgür olma gibi bir ayrıcalığı mevcut,
neden milyarlarca insan ilkellikten kurtulup o sözü edilen çağdaşlığa geçemiyor?
İlk insan Hz. Âdem zamanı ilkel ise,
günümüzdeki çağdaşlığın farkı nedir ki, insanın özgürlüğü mevzubahis olabilsin?
Hâlen bir insan, karşı koyduğu, kaçındığı, istemediği hatta nefret ettiği bir
şeyi yapabilmesi, sahiplenebilmesi ve kucaklayabilmesi nasıl özgür bir akıl ve
iradeyle izah edilebilir?
Aslında insanlar, tıpkı hayvanlar hatta cisimler misali
iradesel hiçbir güçleri ve özgürlükleri bulunmayan kulsal varlıklardır. Hepsini
sevk ve idare eden, yönetip yönlendiren ve varması gereken hedefe ulaştıran
ruhsal kaderleridir. Her varlık, mutlaka birer araç veya gereçtir.
Yeryüzü ve gökyüzünde düzeni sağlayan, kimin ne yapıp
yapmayacağına, düşünüp düşünmeyeceğine, yücelip alçalacağına, doğup öleceğine; hangi
araçlara ihtiyaç duyulacağına, neyin keşfedilip edilmeyeceğine, kimin galip
gelip gelmeyeceğine, şereflenip zillete düşeceğine karar veren yaratıcı Allah,
yarattığı canlı-cansız her türlü mevcudiyeti bilgi, yetenek ve fiiliyatlarına
göre donatıp, yönlendirip, olayları meydana getirecek oluşumlara sebep kılmıştır.
Özgürlük denen şey, hiçbir şart ve koşulda dilenilen
şeyin yapılamamasına, acizlik ve pişmanlığa geçit vermez. Aksi takdirde mutlak bir iradenin müdahalesi ortaya
çıkar ki, ne özgürlük ne bağımsız bir akıllılık ne de egemenlik kalır.
Ünlü Astrolog Cassini, uzayın karşısında kendisini ne kadar
önemsiz hissettiğini, dünya gibi önemsiz bir gezegenin üstünde izole olmuş
halde yaşayan insanoğlunun olup biten her şeyi ölçebileceği yani bilebileceği sanısına
yalnızca yersiz gururu yüzünden kapıldığını söylemişti. Ancak bu gurur bilim,
politika, demokrasi ve özgürlük adına giderek şiddetini arttırmış ve her insan,
kendini Allah gibi özgür ve egemen hissetmeye koyulmuştur.
Gelişmelere ve çağdaşlaşmaya rağmen değişmeyen ve
değiştirilebilmesi mümkün olmayan sonuç; Mutlak İrade karşısında çaresizliğin
sürüyor ve bir kul olarak yaşamaya devam ediliyor olması. Her ne kadar özgür
olunabileceği hayal ediliyor ve bu uğurda savaşlar yapılıyor olsa bile!
Çünkü pratikte yaşanılan hayat kaderin hükmündeki müebbet
bir hapis; düşler âlemi ise özgürlük alanlarıdır. Ancak her insanında hayal kuramamış
olması, oranında özgür olmadığını kanıtlamaktadır. Onun için sanal âlem öne
çıkarılarak önemsenmekte; böylece gerçek dünyadan kaçmanın çareleri aranarak
ütopik umutlar mezara girene kadar devam etmektedir.
“«Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim
dosdoğru yoldadır.» “ Hud 56
“Yeryüzünde
yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla
uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta
hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”
En’âm 38
“Böylece biz,
her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık, (bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi
onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.”
En’am 112
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri
âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman
etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu
görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi
yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.” A’râf 146
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder