Ne neye inandığını bilmekte;
ne de inandığı ile amel edebilmektedir. Ne gerçeği yalandan ayırabilmekte; ne
de ayırdığını yaşadıklarıyla örtüştürebilmektedir. Ne düşündüğünü hayatına
sabit kılmakta; ne de düşünmediği bir şeyin başına gelmesini engelleyebilmektedir.
Ne dilediği gibi bir ömür sürebilmekte; ne de sürdürdüğü ömrü kontrol altına
alabilmektedir. Ne aldığı tedbirlerle musibet ve ölümleri durdurabilmekte; ne
de aldığı hiçbir tedbir olmamasına rağmen olumsuzlukları aşabilmektedir. Ne dünyanın
ebediliğine güvenmekte; ne de güvenmediği dünya için çırpınabilmektedir.
Oysa
hayatı hatta kâinatı anlamak o kadar basit ki, zaten bilfiil içinde yaşanmakta;
görmekte, duymakta, dokunmakta ve anlamak için her türlü fırsat sunulmaktadır. Lakin
sırlar istisna kavranamayacak hiçbir şey yoktur.
Öyleyse neden
anlaşılamıyor?
Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden,
sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte,
etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel,
sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği
meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan
ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden
olan her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya
göksel mazeretlerdir.
Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları
programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan maddeye fiziksel işlev kazandırmaktadır.
Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o
kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal
hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir.
Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce
önceden takdir edilmiş "bir
bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen, kendi
mecrasında akışına devam etmektedir.
İnsanların vahye veya fiziğe olan güvenleri iradesel değil
kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla
örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması,
insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü
bulunmayışındandır.
Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca
elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun yaratıcı Allah’tan geldiğine
inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi
olmadan herhangi bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığını düşünür.
Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir.
Seküler beyin psikolojisinde ise, bilim, üstün ve özgür
aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rasgelesel, yani
tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı
bağımsız yargılar olarak kabul eder. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran
bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür
irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı olabilen mutlak
bir güç olarak tanımlanır.
Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık
içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır;
birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla paradoksal anlayışlar, dinler,
mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya
tektir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar, bu tür anlamsız,
dayanaksız ve sonuç getirmez ütopik tartışmalara itibar etmez; ancak inandıkları
"o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dahilinde gereğini yaparlar.
Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da yaratıcı
Allah olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle
gerçekleştiği ortadayken; tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği de aşikârdır.
Yaratıcı Allah’a kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya
cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve
fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın düşler deryasında devam eder. İşbirliği
içindeki Tanrı referanslı melez rasyonalistler (laik, sosyalist ve demokratlar)
ile kökten inkâr eden ateistler, tanrısal kimliklerinden dolayı iman eden Müslümanları
durmaksızın aşağılar. Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi
tecrübe edinerek gören, duyan ve hisseden insanoğlu, nasıl oluyor da farklı düşüncelere,
anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor
veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle değişebiliyor?
Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve
düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle,
rasyonellik, laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılacak anayasal
düzenlemeleri meşru sayan ulus veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz,
açık veya gizli ateisttir. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına
ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de, bağlı oldukları anlayışlar ateist
köklüdür.
Ateistler, düşünsel ve fiziksel davranışları doğrultusunda
elde ettikleri başarı veya kayıplara tek etkenin mantıksal "beyin ve irade"leri olduğuna kanarlar. Müminler ise, işlerini
yöneten ve yönlendirenin Yaratıcı olduğuna inanmalarına karşın; kötü fiillerde
Allah’ı sorumlu tutup ve birden bire ateistçe düşünerek bütün sorumluluğu Allah’a
yüklerler. Elde ettiği bir kazanım karşısında Allah’a şükreden bir mümin,
olumsuzluk veya kötülük akabinde lanet yağdırır.
Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, iradeyle
kader, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma,
beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta; zihinsel ve bedensel özgür anlayışın ve
iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da
kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kölelik, yönetim ya da
yönlendirme de sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır, ya da daima insandır.
Din otoriteleri öyle bir tablo çiziyor ve yorum yapıyorlar
ki, bir taraftan Allah bütün gücüyle etrafa iyilik, doğruluk, adalet ve bereket
dağıtmaya çalışırken; insanoğlu hem kendine hem de başkalarına zarar vermekle
meşgul olup kötülüğü hâkim kılmakta, dolayısıyla Allah’ın rahmetini lanete
çevirerek Mutlak İrade’yi mağlup etmekte ve şeytanı galip getirerek O’nu acze uğratmaktadır.
Semavi referanslı hıristiyan ve yahudiler "özgür irade"yi, Müslümanlar
da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla
örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak, “Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar.
Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür,
değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden İslam’ın
çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını
ve yalan söylediğini düşünen ateizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak,
gerçeğin "ne olduğu" arayışında
mantığa ulaşırlar. Her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de! İlâhiyatçılar, bazen
"İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah
özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı,
Allah mı?!?
Eğer başarabilirsen, çabuk ikna olma, nedenleri araştır
ve karşındaki kim olursa olsun onu sorgulamaktan asla vazgeçme, her düşünce ve
olayı mutlaka gerçeğin süzgecinden geçirmeye çalış ve o konuşana bir bak.
Dedikoducu bir yalancı mı; yoksa vahiy kaynaklı bir bilgi mi?
İnsanlara, neden halk yığını demişler, düşünsenize! Elleriyle
inşa ettikleri oyuncaklarını kıran, övündükleri güç ve teknolojileriyle birbirlerini
katleden, aldatan, tecavüz eden, sömüren ve dolandıran aptallar olmalarından,
gururlanmaktan, süslenmekten, övülmekten ve kırıp yıkmaktan başka bir şey
bilememelerinden. Çünkü özgür değil köledirler.
Unutmayınız ki, yakınlarınız,
sevdikleriniz, dini ve siyasi liderleriniz, tıpkı düşmanlarınız gibi size
hainlik etse, davanızı çürütmeye kalksa veya sizin “gerçek” bildiklerinizi ortadan
kaldırmak, gerçeği yok etmek ve sizleri Mutlak İrade’ye boyun eğmekten alıkoymak
istese de, eğer başarabilirseniz, onlara asla aldırış etmeyin, hilelerine
kanmayın ve ulumalarına kulak tıkayıp karşılarında dik durun. Biliniz ki, Yaratıcılarına
nankörlük ve hainlik etmek, onların şeytani fıtratları ve misyonlarıdır. Eğer
yapabilirseniz, siz onlara değil, yalnızca gerçeğe bakınız! Ve unutmayınız;
sizlerin asıl ve temel göreviniz, beş dakika sonrası meçhul olan yaşadığınız bu
yalan dünya değil, her an intikal edeceğiniz sonsuz ahiret hayatı olmalıdır.
Yalanların değeri karşısında gerçeklerin değersizliği, içinde yaşanılan dünyayı
zorunlu kılıyor. Ne kadar güçlü olursanız, mutlaka o kadar zafer kazanırsınız,
ancak bu güç fiziki değil ruhsal olup, kazanan da, başaran da siz olmuyorsunuz.
Yaşanılan gerçek hayatta; hiç kimse düşünce ve arzularını
dilediği gibi hayata geçirememekte, hata ve yanlıştan kendini alıkoyamamaktadır.
Bilimsel teoriler, düşsel hurafeler ve politik vaatler zaten kendi kendini
elimine etmektedir. Eğer göze görünen veya görünmeyen şeylerin kendiliğinden
mi, özgür iradelerden mi, yoksa kadersel düzenin mutlak programından mı oluştuğu
sorgulanabilseydi, aldatılmaktan, sömürülmekten, kula kul olmaktan ve ihanetten
kurtulur, “hiçleri”, ancak o zaman
hiçsel değerleriyle yargılayabilirdiniz.
Hiçbir yaratığın bir başka yaratığı yüceltemeyeceği,
alçaltamayacağı ve hiçbir yere getiremeyeceği ortadayken, neden aksi düşünülebilmektedir?
Beterin daha beterinin yaşandığı kadersel evrende, sabırdan
daha yüce ve erdemli hiçbir şey yoktur. Keşke “o kitap”ta hiçbir şey yazılı
olmayıp, iddia edilen özgür veya cüzi iradeler olsaydı da, herkes dilediği
kendi yolunu çizebilseydi.
İnsan öyle ahmaktır ki,
yaratıcıları Allah yerine hilkatteki eşlerini tanıyarak onları "bilge-tanrı"
yapacağına, kendini tanıyarak "bilge-kul " olamamaktadır.
Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi,
ancak ruhun bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında akılcı
teoriler, düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürmeli,
dolayısıyla özgür iradeyi egemen kılmalıdır. Ruhsuz bir beden nasıl çürüyor
ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir kâinatta kurak bir çöle dönüşür.
Etkileşmeyi doğuran sebepler her ne kadar fiziksel
özellik taşısa da, onları doğuran, olgunlaştıran ve güden faktörün ruh olduğu
muhakkaktır. Hiçbir cisim enerjisiz hareket edemez. Bedene hayatiyet ve işlev
kazandıran ruh, maddeyi ve tabiatı da canlandırarak şekillendirmekte ve yaşamı
kolaylaştıran bilimin üremesine etken olmaktadır. Her türlü bilgi ve olay
mutlak iradenin dürtüsüyle oluşmakta ve sonrakileri etkileyerek bir bütünlük
içinde gelişmesini sürdürmektedir.
Bilgi işlem ve idare merkezi olduğu iddia edilen beyin ile
hareketi sağlayan özgür iradenin duyguları bastıramaması, denetleyememesi ve
etki altına alamaması, özgürsel ve egemensel hesapları altüst etmiştir.
Semavi dine mensup olduğunu söyleyenlerin iradesel
özgürlük adına vahye karşı bilimi, yani aklı ve fiziği üstün kılarak insanı
egemen bir güce kavuşturma çabaları, maddesel fiziğin cazibesel yanılgısından
ileri gelmekte; dolayısıyla şeytan gibi benliklerini yüceltmelerinden, yaratıcı
Allah ile aynı tahtı paylaşmakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Hâlbuki
egemen hiçbir varlık, din ve anlayış, yönetim hakkını bir başkasıyla paylaşmaz,
devretmez ve yetki vermez. Bu, egemenlik hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz
temel bir kuralıdır. Vekâlet, ancak yönetmek ve denetlemekte aciz olanların ihtiyaç
duydukları bir yetkidir. Üstelik yaratıcı Allah’ın yaratığı ile iktidarı paylaşabilmesi
veya cüz’i de olsa ona bir hak tanıyabilmesi, nasıl bir mantıkla özleşebilir?
“Yeryüzünde
bulunanların çoğuna (inanacak) uyacak olursan,
seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz,
yalandan başka (söz) de
söylemezler.” En’am 116
“Gökte ve
yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.”
Neml 75
“(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman
ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”
Yunus 99
“Yeryüzünde yürüyen
her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri
ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların) hepsi
açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.”
Hud 6
“Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki,
kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler! Öncekiler bunlardan
daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki
eserleri bakımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara
asla fayda vermemiştir.” Mü’min 82
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar
bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol
edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum,
onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri
gelmektedir.” A’raf 146
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder