İnsanın ruhsal gıdası,
her an kavuşacağı ölüm gerçeğini hissederek yaşamaktır.
Ölüm,
ahirete açılan bir kapı olması hasebiyle her türlü derde öyle devadır ki, fani
olan sıkıntılara bir panzehirdir. Dolayısıyla ne korkutan ne kaygılaştıran ne
de acı çektiren değil, bilakis mutluluk veren bir psikoterapidir. Ancak her ne
kadar ahirete iman etmiş bir Müslüman olunması gerekli ise de, ahirete iman
etmemiş olanlara da bir anahtar olabileceği bir hayat tecrübesidir ama Allah
dilemediği için mümkün olamamaktadır.
Bedenin
yaratılmasıyla ölümle nişanlanan insanın ölümden kaçmak isteği ve nefret duyumu
aslında nişanlıya bir hakaret hatta ihanettir. Ölümle nişanlı insanın nişanını atamaması
nefret değil, sevgiyi mecbur kılmalıdır. Her ne kadar yaşam, insanoğlunun en
güzel ödülü sanılsa da, ölüm de en güzel ödüldür. Çünkü yaşam ile ölüm, biri
dünyayı diğeri de ahireti temsil etmelerinden birbirlerini tamamlayan ruh ve
beden gibidirler. Zaten bedene odaklanılıp ruhtan kaçınılması, yaşamın sevilip
ölüme garez duyulmasına neden olmaktadır.
Yaradılışın
koşulu olan ölüm, düşüncesiyle yaşamdaki hadsizliği öyle bloke etmektedir ki, hem
yaşamdan daha iyi tat aldırmakta; hem huzur ve güvenli bir yaşam sundurmakta; hem
psikolojik sorunlara çare olabilmekte; hem kıskançlığı, hasetliği, kibri ve
benliği ortadan kaldırmakta; hem sabrı muhkem kılmakta; hem yalana, dolandırıcılığa.
sahtekarlığa, bilumum kötü düşünce ve davranışlara son verdirmekte; hem de
iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batırtmaktadır.
İnsanın, dünyada ölümden
yani mezardan başka bir beşiği mi var ki, o beşiğe sırt çevirip sakınabilmesi
olabilsin? Her şeyin fani yani ölüm olduğu bir dünya da, ölümden başka bir
değer olamaz.
Ki,
her gün gerçekleşen uykunun bir ölüm olduğu baz alındığında, diriyken ölümü
düşünmenin de uyku misali nasıl dinginlik ve rahatlık verdiği fevkalade
aşikardır. Dolayısıyla canlıyken nişanlı olunan ölüm ile uykudayken evli olmak
yaşanılan bir hakikattir.
İnsanların
birbirlerini sürekli eleştirdiği; “neden
onda var da ben de yok” hışımlıkları ancak ölüm düşüncesiyle
hapsedilebilecek ve hasetlik son bulabilecektir. Çünkü her şeye sahip olanda,
olmayan gibi ölecek ve dünyada sahip olunanların bir kıymeti harbiyesinin
bulunmadığı idrak edilebilecektir.
Makedonya Kralı İskender, bir gün zaferle döndüğü Sri Lanka
üzerinden ordusuyla geçerken, halk tarafından sevinç gösterileriyle
karşılanmıştı. Ancak İskender’in dikkatini bir duvarın dibinde oturmuş üstü
başı yırtık bir çulsuz çekmişti. Herkes İskender’i kutlarken, o kılını
kıpırdatmıyor ve alaycı bir tavırla izlemekle yetiniyordu. İskender, atını o
pejmürde adamın üzerine sürdü. Dedi ki; “Ey çulsuz! Herkes ordumun zaferlerini
överken, sen hiç oralı değilsin! Sen kendini ne sanıyorsun?” O
çulsuz, istifini dahi bozmayarak atının üzerindeki İskender’e doğru başını
kaldırdı; “Ey İskender! Daha önce
buralara hükmeden senin gibi bir Kral ve benim gibi sokaklarda yaşayan ve
insanların alay ettiği bir pejmürde vardı. Bir gün ikisi de öldü. Aradan bir
zaman geçtikten sonra her ikisinin de mezarlarını kazarak toprak altında ne
haldeler diye merak ettim. Ama hangisinin Kral, hangisinin pejmürde adam
olduğunu tanıyamadım. O kadar böbürlenme, toprak altına girdiğimizde birbirimizden
farkımız kalmayacaktır.”
Daha
nice örneklerle dopdolu âlemde, ölümle birlikte kimin ne olduğu
anlaşılamamakta, övünülen fani değerlerden birinin bile varlığı kalmamaktadır.
İster inanan; ister şüphe eden; isterse inkârda bulunan olsun;
her ne düşünce ve fiiliyatta olunursa olunsun hayattaki en hakiki kanıt ölümdür.
Ölümden kurtulabilmek için elinde tek bir çare ve çözümü olmayan insan, böylece
bir hiçtir. Dolayısıyla kiminin sahip olduğu makamlar, servetler, bilgiler,
methiyeler, ödüller, arşa çıkarılırcasına sunulan aşk ve tazimler boştur ve
olmayanla hiçbir farkı yoktur. Ancak Allah nezdinde rızaya kavuşmuş olanlar
istisnadır ki, halifelikle yüceltilerek diğer canlılardan üstün olanlarda
bunlardır.
Gerçeği idrak edemeyen bir kimsenin uykudaki yahut mezardaki ölüden
hiçbir farkı yoktur. Hatta ölüden öyle daha beterdir ki, aklı olmasına rağmen
muhakemesi; kalbi olmasına rağmen vicdanı yoktur. Bu sebeple insani bir vasıf
taşımadığından konuşması, gezmesi, giyinip kuşanmış olmasının aldatıcılığı ölümü
içselleştirmemesinden dolayı alenidir.
Akıl baliğ olana dek her insan için dünya nasıl ütopik ise; kalpleri olduğu halde kavrayamayan;
gözleri olduğu halde göremeyen ve kulakları olduğu halde işitemeyenler içinde ahiret hayatı hayalidir.
Dolayısıyla
dünyanın yaratılmasındaki hayati sır ölümdedir ama peşinen dışlandığından
faydalanılacak bir bilgiye ulaşılamamaktadır. Fanilikten ebediyete yani yalandan gerçeğe geçiş kapısı olan ölüm ile
yeniden dirilerek, dünyadaki doğuşun benzeri gerçekleşecektir. Ancak ahiret
hayatındaki diriliş ile dünyadaki diriliş arasındaki fark nedir biliyor
musunuz; ahiret hayatının ebedi, dünyadakinin ise fani ve ahirette kavuşulacak
kazanımın dünyadaki geçişle elde edilecek olmasıdır.
Onun için yaşamı tanımak ancak ölümü
tanımakla orantılıdır!
“(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız,
kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok
değildir.” Ahzab 16
“Allah, ölenin
ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda
iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte
kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler
vardır.” Zümer 42
“De ki: Sizin
kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak
sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a
döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.”
Cum’a 8
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder