Her ne kadar Atatürk,
ahirete göç etmiş fani bir ölü ise de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nce baki
kılınmış dokunulmaz, erişilmez ve ilkelerinden çıkılmaz öyle bir mabut haline
getirilmiştir ki, Türkiye’nin taşı, toprağı dâhil milleti, cesedine boyun eğmeye mükellef tutulmuştur.
Allah
yolunda savaşarak İslam adına milyonlarca şehid vermiş Müslüman Türk Milleti,
sindirebilmesi asla mümkün olmayan böylesi bir şirki devletin seküler-laik
oluşundan dolayı manipülasyonlarla hazmedebilmiştir. Bu hazımda da Müslüman
kimlikli muhafazakar, demokrat, ılımlı İslamcı dinsel ve siyasal aktörler
mücadele etmiştir.
Doğruyu
yanlıştan, gerçeği yalandan ayırabilen bir akıl; ölüye tapınırcasına asla
kıyamda bulunamaz, kurtarıcılıkla ilahlaştıramaz, mevta olduğu günü sonsuzlaştıramaz,
beşeri bir iradeyi hâkim kılamaz, ulûhiyet hakkı tanıyamaz.
Ancak
tanrılara mahsus methiyelerle anılan Atatürk’ün devletin bir tanrısı değil de,
beşeri bir devlet başkanı ya da muzaffer bir asker olduğu söylenebilir mi?
Dolayısıyla Atatürk, seküler-laik devletin Allah’a karşı kıyasladığı gizli bir
tanrıdır.
Sanki
diğerleri farklı mıdır? Kabul edilmiş bu yanlışlık toplumu öyle zehirlemiş ki,
dini ve siyasi her lider, Atatürk misali kendi çaplarında mabutlaştırılmış ise
de, Atatürk gibi ne devleştirilmiş ne ölümsüzleştirilmiş ne seksen milyon
nezdinde sultalaştırılmış ne de ritüellerle anılabilmişlerdir.
Allah’ın
peygamberleri dahi Atatürk’e gösterilen tanrısal tazimlerin fevkalade
dışındadır. Dolayısıyla her ne açıdan bakılırsa bakılsın; Müslüman Türk Millet’ini
şirke götürerek zillete düşürüp hor ve hakir bırakan böylesi bir anma ya da zikir,
muhakeme edebilen hiçbir düşüncenin olurluluk vermeyeceği bir dengesizliktir.
Devletin
Atatürk’e mecbur ettiği aşk ve tazim, Allah’a karşı gösterildiğinde kıyametler
koparılmaktadır. Oysa 10 Kasım günü için çocuklar başta olmak üzere anıtkabire
götürüldüklerinde aklın bir eseri olabiliyor ama o çocuklar Allah’a ibadet
maksatlı camilere taşındıklarında ise ilkellik ve gericilikle aşağılanabiliniyorlar.
Böylece Atatürk sevgisinin masum değil, Allah’a karşı bir güç gösterisi olduğu
kanıtlanmaktadır.
Haçlı-Siyonist’lerin
Müslüman Türk Milleti’ne olan ezeli ve ebedi düşmanlıkları malumdur. Öyle ki,
milletimizi ya Asya steplerine sürerek ya da Anadolu’da yok etmek isteyen nice
düşmanlar yemin etmelerine rağmen başaramamış ama Allahlımızı, imanımızı, cihadımızı,
şehadetimizi ve yüce dinimizi hileli yönlendirmelerle elimizden alarak,
devletimizi ruhsuz bir bedene çevrilmiştir. Sadece devletimiz mi?!!!
İşte bu
yüzden Atatürk’ü ulu ve kurtarıcı bir ölümsüz yapmışlar, ölüm günü olan 1O Kasım’ı
dahi ebedileştirebilmişlerdir. Madem Atatürk ölümsüz, 10 Kasım’ı kutlamanın
amacı nedir?
Aslında Atatürk,
ne harici düşmanların ne dahili hainlerin ne de Atatürk sendromuna tutulmuş hastaların
umurlarında değil. Hasım oldukları İslam’a karşı Hıristiyanlık, Yahudilik,
Budistlik, Hinduluk veya bir başkasını kalkan yapamayacaklarından Atatürk,
sığındıkları tek kabirdir.
Gerekçesi her ne olursa olsun yaratıcı Allah’a söz vererek
iman etmiş hiçbir Müslüman; seküler-laik yani beşer odaklı bir ritüelin
taraftarı olamaz; rejimini sindiremez; küfrü meşrulaştırıcı bir hesap içinde
bulunamaz; yanlışa boyun eğemez; batılı Hak’tan üstün tutamaz; takiye yaparak
Hakk’ı yüceltme amaçlı bir şirki kabullenemez. Çünkü o Hakk, her şeye
kadirdir ve mutlak hâkimiyette kimseyle kıyaslanamayacak bir kudrettedir.
Öyleyse sorun nedir diye sorulacak olunursa, iman ve güvendir!
Devlet Başkanı Hz. Ömer, başarı ve zaferlerinden dolayı
büyütülen kimseleri Allah’a şirk olarak addeder ve böyle bir tehlikeye karşı
derhal müdahalede bulunurdu. Ömrü büyük başarı ve daim zaferlerle dolu ünlü komutan
ve genelkurmay başkanı Halid Bin Velid’i bu yüzden ordunun başından almıştı. Halid
Bin Velid’in üst üste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi Allah’a hizmet
olan ordunun şımararak sultalaşmasını istemiyordu.
Zira böyle bir durumda, İslâm’ın tatbikatı için varolan
devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, İslam Devletinin bekası
için fevkalâde tehlikeli bir husustu.
Başka bir deyişle Hz. Ömer, İslam kanunlarının harfiyen
ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine
ordu başkomutanının, hatta devlet başkanının şahsi despotizminin yer almasını
istemiyordu. Bu sebeple Halid Bin Velid’i görevinden almıştı. Nitekim komutanlıktan
azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine’ye giden Halid’e, Hz. Ömer; “Yâ Halid, sen
benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim’‘ dedikten sonra, devletin
bütün valilerine su tamimi gönderdi:
“Ben,
Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu
o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben
onlara, bütün bu başarı ve zaferlerin Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim
için, böyle hareket ettim.”
Başarının, zaferin ve egemenliğin sadece yaratıcı Allah’a
ait olduğu kadersel âlemde; Atatürk veya başka bir beşer kimdir?
Her ne kadar gerçekleri açıklamaya çalıştıysam da; köhneleşmiş kalpleri, kümbetleşmiş
beyinleri, milleştirilmiş gözleri ve kurşun dökülmüş kulakları açmaya yeterli
olabilmem mümkün değildir. Yegâne yeterli ALLAH’tır.
“Göklerin ve yerin
hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter.” Al-i İmran 189
“Allah'a güven. Vekîl
olarak Allah yeter.”
Ahzab 3
“Mutlak hükümranlık elinde
olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.” Mülk 1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder