Ama gözleri olduğu halde
göremeyen; kulakları olduğu halde işitemeyen; kalpleri olduğu halde
hissedemeyen ve aklı olduğu halde muhakeme edemeyenlere nasihat gereksimi
kaçınılmazdır
Aklıyla muhakeme edebilecek bir iradeye sahip olamayanın gördükleri,
bilgisi ya da tecrübesi hiçbir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla akıl, göz, kulak
ve kalp doğrudan iradeyle orantılıdır!
İçinde
her şeyin cereyan ettiği dünya gibi namütenahi geniş bir laboratuara sahip
insanoğlunun yaşadığı süreli hayatı muhakeme edemeyip ya da muhakeme
edebilmesine rağmen iradesince kontrol altına alamaması akılsız veya ahmak mı;
yoksa kader mahkûmu olduğuna mı kanıttır?
Bir
saniye sonrasının belirsizliği kabul edildiği veya olasılıklarla tahmin edildiği
halde fanilikten ibaret dünya nimetleri, geçici makam, şöhret, para ve iktidar
hırslarının dizginlenememesi akılsal yani iradesel değil, kaderseldir.
Dolayısıyla elde edilmek istenenlerin yahut sahip olunanların lütuf ya da lanet
olabileceğinin kestirilememesi, özgürlük iddiaların çöpsel döküntüler olduğuna
bir delildir.
Aklın
bilimsel tanımının tüm kurallarına haiz ve görsellikte başarı elde etmiş
olanların gerçeğe odaklanamamalarının sebebi nefis, diğer bir ifadeyle benliktir.
Oysa akıllıya benlik güdüsü yakışmayacağı her ne kadar tartışılmaz ise de,
maalesef bilgileri, kariyerleri, unvanları, popülariteleri ve kazanımları sanki
akıllı olduklarına dair bir üstünlükmüş gibi yanılgı doğurmaktadır.
İster
din, ister bilim, ister siyaset, ister askeri, ister sanat alanlarında olsun
sultalaşan kimselerden hakkaniyet ve erdemlik beklenemez. Benlikleri kabartan başarı,
zafer, şan, iltifat ve övgüler böbürlenmeye; dolayısıyla hata ve yanlışı
reddetmelerine neden olmaktadır ki, böylece en dahiler, bilgeler, liderler,
âlimler veya kahramanlar da tanrılaşma sürecini başlatmaktadır.
Gerek Hz. Ömer’in; “Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir” sözleri, gerekse Benjamin Franklin’in “Düşmanlarınızı sevin çünkü kusurlarınızı yalnız onlar açıkça söyleyebilir” ifadesi; bilgi, makam, güç ve iktidarlığı nefisten aşağı tutmalarından önce yaratık yani kul bir insan olunduğunu özenle vurgulamışlar; hata ve kusurdan dolayı hilkatteki diğer eşlerden hiçbir farkın bulunmadığının altını çizmişlerdir.
Unutulmamalıdır
ki her düşünce, rejim ve devlet, otoritesi doğrultusunda totaliterlik taşır.
Aksi takdirde varlığı mümkün değildir! Öyleyse yaratıcı Allah’ın otoritesine
özgürlük mazeretiyle karşı çıkılabiliniyor da, yaratık beşeri güçlerin
otoritesi nasıl kabul edilebiliyor? Neyin doğru veya yanlış, iyi veya kötü
olduğunu Allah’ın hükümlerinde değil de beşeri yasalarda aramak akılla bağdaşabilir
mi?
Bilinmelidir ki, önemli
olan fanilik değil, bakiliktir!
Aslında
ne gökyüzünde ne de yeryüzünde anlaşılmayacak hiçbir gizlilik yoktur; muhakeme sorunu
ya da noksanlığı vardır. Zaten vuku bulan herhangi bir olayın gizliliği olamaz!
Ki, ölüm, tartışılabilmesi mümkün
olmayan en somut olay olmasına rağmen idrak edilememektedir. Çünkü detaylarla
yani vesveselerle aklı karışan insan, sonucu kavrayamamaktadır.
Her insan, yeryüzünde meydana gelen iyi veya kötü, güzel
veya çirkin, doğru veya yanlış, sıkıntı veya mutluluk, acı veya tatlı tüm oluşumları
kolayca irdeleyebilecek fıtratsal bir yetiye sahiptir. Zaten bir kısmı tecrübe edinmiş;
bir kısmı da şahit olmuş bir altyapıya mükelleftir.
Lakin olayların
muhakemesi ancak otokritik ile mevcuttur! Dolayısıyla yaşadıklarını otokritik
yapmayanın muhakemesi mümkün olmadığından olaylara kör, sağır ve idraksiz
kalınmaktadır.
Alenen belli olan bir olayın açıklanmasına ihtiyaç yoktur.
Çünkü o, yeterince açık olduğundan tartışmaya mahal bulunmamaktadır. Tıpkı
görünen köyün kılavuz istememesi gibi!
Ne var ki, ortada apaçık duran bir gerçeği çeşitli
bahanelerle eğip bükmeye çalışma amaçlı açıklamada bulunan vesvesecilerden
dolayı karışan akıllar yalanı rehber edinmişlerdir.
İnsanın yaşayarak, görerek, işiterek, tadarak, hissederek
ve şahit olarak edindiği tartışılmaz tecrübeler ve olayların doğuş, geliş ve
bitiş aşamalarındaki deliller; akış sürecinde oluşan sebeplerin zincirsel bir
halkayla birbirleriyle olan bağlılıkları; etkileri ve tahmin edilemez bir
refleksle olaylarda yerini almaları; plân, program ve hesapta olmadığı halde
aniden ortaya çıkan menfi veya müspet sebeplerin kökten değişikliğe neden olan
araçsal varlıkları; zihin sistemini bloke ederek muhakeme gücü ve iradeyi
etkisiz kılan düşünce ve duyguların kontrol edilemeyen kadersel varlığı; eğitsel
çizgide kabiliyet gösterdiği sanılan zihin ve duyguların ani dönüşümleri;
fikirsel ve inançsal değişiklikler; düşüncede olgunlaştırılan bilgilerin
fiiliyata geçirilememesi veya farklı formasyonda gelişim göstermeleri; istenmeyen
veya nefret edilen acıtıcı, ürkütücü ve yıkıcı olayların sahiplenircesine yaşanılması;
daha birçok sayısız oluşumlar, körlerin, sağırların, hatta geri zekâlı olarak
nitelendirilen kimselerin dahi anlayabileceği net bir berraklıktadır.
Dolayısıyla insanın kendi iradesiyle hiçbir başarı, güç
ve yaptırıma sahip olamadığı, yalnızca kendine verilenlerle yetinmeye mevkuf bir
kul olduğu gerçeği apaçıktır. İddia ettiği bir özgürlüğe ve hâkimiyete zerre
kadar sahip olmadığını bizzat yaşayarak defalarca tecrübe edinen insan, saptırılmış
benliğinin kadersel yazgısından ötürü geçici üstünlüğünü veya acizliğini
iradesinden bilebilmektedir. Gerçekleri kabul edip etmemek, kavrayıp
kavramamak, yapıp yapmamak iradesel bir yaptırımı olmadığından, her ne kadar
aydınlatılsa, delil ve mucizelere şahit olunsa da inanılamamakta ve ısrarla
karşı konularak yalanlamaya devam edilebilmektedir.
Neredeyse
herkesin bukalemun misali sürüngenlere dönüştüğü seküler-laik bir dünyada öyle
cebelleşiyoruz ki, lehine sandığının aslında seni yok etme emelleri taşıyan
samimiyetsiz bir canavar olduğunu idrak edemiyor, öldürmekten beter
mahvettiğini kavrayamıyoruz.
İşine geldikçe, baş edemedikçe ve zorda kaldığında somut doğa
olaylarına bakarak yaratıcı Allah’ı zoraki olsa da tanıma mecburiyetinde kalan seküler-laik
düşünceli insanın edinilmeye değer bilginin ne olduğunu biliyor musunuz; beyin
hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgidir. Peki, o nedir diye soracak olursanız
teori, kuram ve hipotezlerden oluşmuş sanal bilgidir,
Gördüğüne,
işittiğine, hissettiğine yabancı olan insan; neden yaratıcısı ALLAH’a ve kendine
yabancı olmasın ki!
“(Hidayet çağrısına kulak
vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece
çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların
durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple
düşünmezler.” Bakara 171
“Andolsun, biz
cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri
vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları
vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar
gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”
A’raf 179
“Yoksa sen, onların
çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar
gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44
“(Resûlüm!) De ki: Mülkün
gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü
dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir,
dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her
şeye kadirsin.” Al-i İmran 26
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder