Ulaşacağın makam, edineceğin servet
ya da varacağın hedef “o kitap”ta yazılandan başkası değildir! Tıpkı ümmi veya
zayıf insanlar misali!
Ne
kadar tedbir alsan da; kâhin, bilge, zengin ve kuvvetli olsan da; tüm dünyayı
bir araya getiren ortakların bulunsa veya koalisyonlar kursan da; sayısız
ordulara ve silahlara sahip olsan da; Allah’ın yazıp takdir ettiğini asla
değiştiremezsin.
Nice
olaylarda olduğu üzere; kâhinler, Firavun’a, bugün doğacak bir erkek çocuğun
kendisini öldürüp saltanatına son vereceği haberini verdiler. Firavun’da tedbir
amaçlı ordularını seferber edip, o gün doğan tüm bebekleri öldürtmüş ve tek biri
hariç hiçbir erkek çocuğu sağ bırakmamıştı. Lakin asıl öldürmesi gereken Hz.
Musa ise, annesi tarafından bir sepet içine bırakılarak nehre terk edilmişti.
Ne var ki, o sepet, Firavun’un sarayının
önünde durarak, eşi tarafından bulunmasıyla bizzat korktuğu cellâdı tarafından
büyütülüp sonunun gelmesine mani olamamıştı.
Onun
için kim ne hazırlık yaparsa yapsın, kime karşı tedbir alıp gücüne güvendiği
ordularıyla savaşa kalkışırsa kalkışsın, önceden yazılmış yazgıyı ve verilmiş
takdiri zerre kadar savsaklayamadığı gerçeği apaçık ortadaydı. Dolayısıyla bir
musibete karşı tedbir almaya yahut kaçmaya çalışılır ama binlercesinin seni
kuşatmış olmasını bilemezsin. Onun için, çoğu kez korktuğun ve sakındığın
musibetle değil, sevgi ve güvenle bağlandığın şeyin helakine uğrandığı tecrübelerle
sabittir.
.
Allah,
yaratıcı olması hasebiyle öyle bir kudret sahibi ve kaderleri yazan bir yücedir
ki, kâinattaki sırlarını araştırıp çözmeye çalışanların asla erişemedikleri tek
bilen ve hükmedendir. Ama nefsi odaklı bilimsel faraziyeler ve dinsel hurafeler
gerçeğin açık perdeleri önünde gölge oluşturmalarından akıllar karışmakta;
böylece şeytan misyonu sürüp gitmektedir.
Asıl
mesele, yaratıcıyı değil de yaratığı baz almış yani rehber edinmiş yığınların ulumalarına
kulakların tıkanmamasıdır. Birbirlerine takılan yığınların batıl yönde
gitmeleri izlenilmemeli; hakkın gücünü içselleştiren gerçekler ısrarla dikte
edilerek, kitlelerin yanlışlıklarını meşrulaştırıcı bir nemalanma
gözetilmemelidir.
Yaşanılan
hayat laboratuarınca kanıtlanmış bir gerçek, doğruların en doğrusudur. O da Kur’an’dır,
diğer bir ifadeyle Allah’ın sözleridir.’Fakat insan, öğrendiği hatta yaşadığı şeyi
gerçeğin eleğinden geçirip muhakeme edememesinden yanlışı yani batılı doğru
sanabilmekte; dolayısıyla iyiyi yani hakkı, nefsi hezeyanlarına göre
yargılamasından mahkûmiyetinden sakınamamaktadır.
Sözle
Allah’a inanıp davranışlarıyla kendilerini batıla adamış öyle kimseler vardır
ki, onlara ne kadar öğüt versen hatta mucizeler gösterip yanlışlarını
kanıtlasan da, doğru yola çevirebilmek fevkalade zor hatta mümkün değildir.
Çünkü onlar, azgınlıklarından Kur’an’ın yol göstericiliğini değil, batılın
yalanlarını yol edinmişlerdir. Peki, neden? Kaderleri öyle yazıldığındandır!
Neden
Allah, "Allah'a
ve ahiret gününe inandık" diyenler için, “onlar inanmamışlardır” buyuruyor;
merkezlerine Allah’ı, Resulünü ve Kur’an’ı değil de nefislerini yerleştirmiş
olmalarındandır. Allah iradesine teslimiyet olan İslam öyle başkalaştırılmış
ki, ancak kendi istek, düşünce ve çıkarlarına göre yaptıkları yorumlara iman
edenler İslami, vahiy ise İslam dışı kabul edilir. Bu öyle bir savaştır ki, hem
batıl topluluğuna zafer kazandırmakta hem de Müslüman toplumları parçalayıp
birbirlerine hasım olmalarını sağlamaktadır.
Oysa
nefis değil vahiy düstur edinilmiş olsaydı, tumturaklı bir adalet tesis edilir;
zalimden korkulmaz; Allah’a ihanet edercesine ortak koşan bir insana
rastlanılmaz; kötüye karşı iyiyi hâkim kılabilmek adına mücadeleye koşulur; kalplere
cihad aşkı kazandırılarak iman safında yer alınabilirdi.
Ancak
bedenleri yaratmadan önce ruhlarda kaderleri yazarak ‘o kitap’ta toplayan Allah, gerek yeryüzünde gerekse gökyüzünde her
ne olay vuku buluyorsa dilediği gibi gerçekleştirdiğinden akıllarca araştırılan
“neden” sorusu yanıtsız kalmaktadır. Her ne kadar Allah, hiçbir kuluna
haksızlık yapmayıp adaletsiz davranmamış olsa da, O’nun bildiğini insan
bilemeyeceğinden hesap vermesi ya da sorulması mümkün olmayan bir yaratıcı ve dilediğini
dilediği gibi meydana getiren bir kudrettir.
Her
şeyin Allah’ın elinde olduğu bir âlemde ölümlü insana düşen; başa gelenin Allah’tan
olduğuna inanarak şükür ve sabretmektir. Ancak şükretmek ve sabretmekte Allah’ın
iradesinde olduğundan kaderin ne başkalaşımı ne de ötesi mevcuttur. Dolayısıyla
kaderinden başkasını yaşayamayacak olan insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Yoksa
Allah’ın gerçekleri apaçık ortadayken kim karşı çıkabilir; kim direnebilir; kim
inkâr edebilir; kim benlik güdebilir; kim kibirlenebilir; kim binlerce musibeti,
hastalığı, sakat kalmayı, kaybetmeyi ve ölümü sahiplenebilir?
Allah
hakkında ne tartışılabilir ne de soru sorulabilir! Sorgunun bir küfür ve sapıklık
olduğunu biliyor musunuz?
“Biz dilesek,
elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, «Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla
dolduracağım» diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13
“Allah, yaptığından sorumlu
tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” Enbiya 23
“Allah
dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır,
dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız. “
Nahl 93
“Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı
küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.”
Bakara 108
“De ki:
Allah'ın bizim için yazdığından başkası
bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a
dayanıp güvensinler.” Tevbe 51
“Yeryüzünde
vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan
önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.”
Hadid 22
“Allah'ın izni
olmaksızın hiçbir musibet isabet
etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi
bilendir.” Tegabün 11
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder