Hem de öyledirler ki, fikir ve ifade
özgürlüğü adına haçlı-siyonistlere taş çıkartacak bir sinsilikte Müslüman
milletin tevhidini yontarak ne din ne namus ne de değer bırakmaktadırlar.
Türkiye’deki ALLAH, Peygamber ve Kur’an
düşmanları, yabancılardan çok daha şedit ve etkilidirler. Ellerine bir fırsat
geçtiklerinde Drakula’yı bile geride bırakabilecek sadistlik ve zalimlikle öyle
doludurlar ki, İslam’a ve Müslümanlara karşı duydukları kin ve nefreti “bende
Müslümanım” maskesiyle örtseler de saldırı ortamı bulduklarında küfürlerini bilimle,
uygarlıkla, sanatla, mantıkla ve edebiyatla süsleyip, zayıf ve kompleksli Müslümanların
gardlarını düşürmek suretiyle dinlerine ihanet ettirmektedirler. Ancak
başlarına geleceklerden duydukları korkudan dolayı fiziki bir çatışma içine
girmeye cüret edemiyor; oturdukları Batı’nın kucağından psikolojik baskı ve
jakoben üsluplarıyla hükmetmeye çalışıyorlar.
15.
yüzyılın ünlü şeytanı namı değer Drakula’sı Vlad Tepeş ya da Kazıklı Voyvoda
nasıl Müslüman Türk düşmanı idiyse, Türkiye’deki gizli veya aşikâr İslam karşıtı
azgınlarda Müslüman Türk düşmanıdırlar. Türkiye’nin Müslüman olduğu gerçeğinden
o kadar rahatsızdırlar ki, dahili haçlılar olarak harici haçlılara taşeronluk
yaparak “Müslüman Türkiye”’yi yıkma çabasındadırlar. Dolayısıyla içimizdeki
düşmanlara hoşgörü ve müsamaha ile davranmaktan vazgeçmeyip elimine edilmedikleri
müddetçe, Vlad Tepeş’ten daha acımasız olacaklarına şüphe duyulmamalıdır.
Kazıklı
Voyvoda, Romanya prensiydi.
Romanya’nın bağımsızlığı için savaşmış milli bir kahraman olarak hâlâ saygıyla anılmaktadır.
Kazıklı Voyvoda, canavarlıklarıyla tarihe
geçen, portresi bugün Innsbruck yakınlarında Ambras Müzesindeki “Canavarlar
Galerisi”nde sergilenen ve sinemanın vazgeçilmez
karakteri ve vampir öykülerinin de esin kaynağı Dracula’sıdır. Tıpkı Türkiye’deki amansız
İslam karşıtları gibi tek düşmanı, Müslüman Türklerdi.
Asıl adı Vlad Tepeş olan Kazıklı
Voyvoda’nın en sevdiği eğlencesi kazık işkencesiydi. Yemek yerken kazıklara oturtulmuş
insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları dahi kazığa
oturtur, öldürttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin
memelerini kestirip yerine çocuklarının başlarını dikerdi. İnsanları doğrayarak
çömlek içinde pişirirdi.
Kendisi ayrıca aşırı Katolik bir
Hıristiyan’dı. Onun binlerce insanı nasıl öldürttüğünü Papanın elçisi Modrusa şöyle
anlatır. Bazılarını, arabaların tekerlekleri altında kemikleri kırılıncaya
kadar işkence yapar, bazılarının
bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzer, bazılarını kazıklara geçirir ya da akkor halindeki
kömürlerin üzerine yatırırdı. Bazılarının ise başlarını ve göbeklerini deldirir,
kazıklara oturtarak kazığın ağızlarından
çıkmasını sağlardı. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu
kazıkların üstüne atardı.
Kazıklara vurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerden
oluşan bir dairenin etrafında saray
halkıyla yemek yemekten haz duyardı. Eline Türk esir geçtiğinde el ve ayak
derilerini yüzdürür ve meydana çıkan
kırmızı etlerini tuzla ovuşturduktan sonra, elem ve azabın daha da artması için keçilere yalatırdı.
Ona gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak
istemeyince, sarıklarını başlarına çivi ile
çaktırmıştı. Bir gün Türk elçileri gelip Voyvodanın huzuruna çıkınca, onu
Osmanlı geleneklerine uygun şekilde baş eğerek selamladılar. Sarıklarını
çıkarmamışlardı. Drakula sordu; “Büyük bir prensin önündesiniz, neden böyle davranıyorsunuz?” Osmanlı elçileri dediler ki, “Bizim
ülkemizde gelenek bu şekildedir.” Bunun üzerine Drakula, “Bende geleneğinizi
pekiştireceğim” diyerek elçilerin
sarıklarını başlarına çivilerle bir daha çıkarılmayacak şekilde çakılmasını emretti. Ardından da
“şimdi gidin padişahınıza söyleyin, sizin geleneklerinize boyun eğmem” dedi.
Tabi ki elçiler şehid olduğundan
mesaj yerine ulaşmamıştı.
Cihan sultanı Fatih Sultan Mehmed Han’ın
bizzat katıldığı 1462 yılındaki Eflak seferi, Kazıklı Voyvoda hükümdarlığının
sonu oldu. Kazıklı Voyvoda ise
Macaristan’a kaçtı. Drakula, Macaristan’da 12 yıl süren tutsaklık dönemi geçirdi. 1457 yılının Ocak
ayında kardeşi Radu’nun ölümü, Eflak kapılarını
ona bir kez daha açtı ve 1476 yılında
tahtı geri aldı. Fakat bu hükümdarlığı da uzun sürmedi ve kafası kesilerek İstanbul’a getirilmişti. Cesedi bulunamadığı için, tekrar dirilerek kendilerine zulmedeceğine inanan
halk, onu vampirlikle özdeşleştirdi. Tıpkı
Firavunun öldüğüne inanamayan İsrailoğulları gibi!
Müslümanlara karşı her devirde buna benzer
birçok canavarlar var olmuş ve yok olmalarını sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han gibi
iyilerde dengeyi sağlamışlardır. Şeytan var olduğu sürece kötülükler ve
canavarlıklar mutlaka devam edecek,
Türkiye’de de kendini Allah’a, hak ve adalete adamış müminlerde batıl hiçbir
etki altında kalmaksızın fitneci kâfir ve münafıklara hadlerini
bildireceklerdir. Bu bir süreçtir ve kaderin akışı içinde iyilerle kötülerin yani hak ile batılın savaşı kıyamete dek sürecektir!
Dolayısıyla Türkiye’deki İslam düşmanları,
Müslümanlara karşı Drakula’dan farksız bir düşünce ve duygu içinde öyle
acımasız bir nefret taşımaktadırlar ki, iman sahiplerinin şehadetsi
duruşlarından dolayı Drakulalıklarını eyleme dönüştürmeye cesaret edememektedirler.
Yaratıcısı Allah’a, Resulüne ve dinine karşı savaş açmış bir mahlûkun insana
karşı merhamet duyabilmesi, hak ve adalet güdebilmesi her ne kadar imkânsız ise
de, idrak yoksunu yığınlar, inanıp güvenerek artlarına düşebilmektedirler.
Müslüman bir toplumun zaferi, ancak içindeki
necasetleri temizlemekle gerçekleşir. Nasıl ki elbiseye bulaşan zerrecik bir
necaset dahi namazı geçersiz kılıyor ise, adam öldürmekten daha büyük bir necaset
olan fitneden arınmış bir toplum güce ve zaferlere ulaşabilir.
“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar
onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı
yoktur.” Bakara 193
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder