Cüz’i
bir iradesi dahi bulunmuş olsaydı, yaratıldığından
itibaren derinliklerinde sakladığı yanardağ misali patlamaya ve lâvlar fışkırtmaya
hazır yok edici nefsinin neler yapabileceği tahmin bile edilemezdi.
İnsan fıtratında var olan ihtiras, hırs,
benlik ve kötü duyguların herhangi bir olumsuzluk halinde nasıl kızgın bir
demire dönüşerek karşısındakini cezalandırmak isteyeceği dürtüsü, zayıf yaratılmasının bir sonucudur. Eğer her
yapılan hata ve yanlışa karşılık verilmesine müsaade edilseydi, yeryüzünde sağlam ve canlı tek bir
insan kalmazdı.
İnsan,
nefsinin kustuğu kin ve nefretin esaretine kapılarak kötülük yapabilmek için
sayısız girişimlerde bulunup eylemsi planlar yapar ama koruma, gözetleme, denge
ve düzen gücünü elinde bulunduran Allah’ın müdahalesiyle çoğu kez muvaffak
olamaz. Olsa da Allah’ın izniyle gerçekleşir. Her insanın yapmak isteyip de başaramadığı birçok
olay gibi!
Önceden
programlanan ruhun, zihin ve duygular aracılığı ile düşünce ve davranışları “o
kitap”ça güncelleşmektedir. Hakkında yazılmış kader doğrultusunda kimilerinin
kötü düşünceleri nasıl bir vahşete, sapıklığa ve canavarlığa dönüşüyorsa,
kimilerininki de iyilikle emrolunduğundan sevgi, sabır, hoşgörü ve merhametle
kötüye karşı dengeyi muhafaza etmektedir. Yaratıcı tarafından kontrol edilmeyen,
iradeye terk edilen ve başıboş bırakılan hiçbir ruhun var olabilmesi söz konusu
değildir. Zaten beden tarafından idare edilemeyen, denetlenemeyen ve
yönlendirilemeyen bir hayatın nefsin inisiyatifinde olabilmesi mümkün değildir.
Ancak ucube beyinler, “İnsanlar, ruhunun güzelliğini ortaya çıkarabilir” veya “ruhlarını
yönlendirebilir” tezini savunurlar. Bu, nasıl bir bilim, mantık ve anlayıştır
ki, biyolojik beden, ruhu kontrol edebilen ve onu yönlendirebilen bağımsız ve
egemen bir güç düşünülebilmektedir. Hâlbuki
ruh olmadan bedenin hiçbir değer taşımadığı mezarlarla kanıtlıdır.
Kimin
doğru yolu bularak hidayete ereceğine, kiminde yanlış yola girerek sapıtacağına
sadece Allah karar vermektedir. Onun içindir ki geçmişte olduğu gibi günümüzde
de insanların birçoğu bizzat yaşadığı deliller, mucizeler, öğütler ve kılavuzlara
rağmen doğru yola girememiş; birçoğu da pislik ve kötülüğün cehenneminden
hidayete kavuşmuştur. Nasıl?
İslam
toplumunda yaşayan bir insanın laik, ateist, hıristiyan veya yahudiliği kabul
etmesi; gayrimüslim toplumda yaşayan birinin de İslam’ı seçmesi gibi! Veya varlıklı
olduğu halde hırsızlık yapanla, açlıktan süründüğü halde değil hırsızlık, borç
dahi almaktan kaçınan kimse misali!
İnsanoğlu
ne kadar reddetse de yaratılmış bir kuldur ve hakkında yazlamış olanı değiştirebilecek
ne özgür ne de cüz’i bir iradeye sahip olamadığından, ancak hakkında takdir
edilenle yetinmeye mecburdur. Ruh, doğrudan Mutlak İrade’ye bağlı oluşundan düşüncede
beliren farklı fikirler ve kalpte oluşan duygular iradeyle gelişmemekte, lehe
veya aleyhe çevrilememektedir. Ki, yaratıcı Allah dahi “o kitap”’ta yazdığı ve “bir
bilgi”’ye göre düzenlediği olaylara müdahale etmemekte ve hiçbir kulunun
yazgısını değiştirmemektedir. Ancak insan, yaşamdaki olası değişimini doğrudan
iradeye ya da iktidar gücüne bağlayarak, değişimi kendi gerçekleştirmiş gibi
öyle bir yanılgıya düşer ki, sözde makûs kaderini yendiği zaferiyle Allah’a
meydan okur.
Oysa
eceli gelen ölecek, zarar görmesi gereken görecek, parçalanması gereken parçalanacak,
kazanması gereken kazanacak, belaya uğraması gereken uğrayacak, refaha ulaşması
gereken de ulaşacaktır. Her ne kadar gerçek böyleyse de, insanların mücadeleye
devam etmesi, hırsları, çabaları, keşifleri ve düşünceleri, yine kadersel yazgının
bir neticesidir. Hiçbir insanın, iradesel bir başarı ya da başarısızlığı mevcut
değildir. Biri yücelmesi gerektiği için yücelir, diğeri de alçalması gerektiği
için alçalır. Her ışık süzmesinde çok büyük enerji gizlidir. Peki, nedir o ışık
süzmesi diye soracak olursanız; ruh’tur!
Hiç düşündünüz mü; her kulun ruhu, doğrudan
Allah’ın ruhundan olup, neden beden ya da madde Allah’tan değildir diye? Allah’ın
beden ve maddeyi yoktan var ederek yaratması ile ruhu, kendi ruhundan
göndermesindeki amaç nedir? Ruhun ölümsüz, bedenin ölümlü olması ne ifade
ediyor?
Kaderin
sadece bir karayazı olduğunu düşünmek, kendi kaderini kendinin belirleyebileceğine
inanmak, kaderle inatlaşırcasına savaşmak, kaderin iradeyle tayin
edilebileceğini sanmak, temel dayanaktan yoksun ütopik bir hezeyandır.
Beşeri
hiçbir güç, ne kendisinin ne de bir başkasının kaderini çizemez ve çizileni de
değiştiremez. Çünkü her canlı bir kuldur
ve kaderin tutsak bir kölesidir. Kader, Yaratıcı’nın mutlak iradesi olarak hem
karayı hem de akı belirler. İnsan bir tanrı ve Yaratıcı’dan daha güçlü bir varlık
olamadığı için, Mutlak İrade’yi aşarak kendi, yakını, halkı veya tabiatın
biyografisini çizemez.
Her
düşünce, davranış ve oluşumlar kaderin akışı içinde olgunlaşmakta ve şartlar ne
olursa olsun insan iradesi ne özgür ne de cüz’i hâkim olamamaktadır. Yoksa
savaşı, musibeti, belayı ve ölümü isteyebilecek; canını ya da organını kaybedebilecek,
zararı veya yok oluşu talep edebilecek; baskı, şiddet ve zulmü sahiplenebilecek;
sefalet ve yoksulluğa razı olabilecek; sıkıntı ve hastalığı dileyebilecek; acı
ve dehşetten zevk alabilecek bir insanın var olabilmesi mümkün müdür? Aslında
herkes kördür; geleceği bilemediği için karanlığa doğru yürür ve ne olacağını
kestiremez. Aydınlık sandığı yol cehenneme, karanlık sandığı yolun cennete çıkması,
nefsine hükmeden kaderindendir.
İradesel
bağlamda tarafları birbirleriyle mukayese ederek güçlü-zayıf, zengin-fakir,
tembel-çalışkan, zeki-aptal, bilge-cahil, ilkel-uygar bir yaklaşımla aşağılamak
ya da yüceltmek doğru değildir. Çünkü hiçbir insanın iradece üstünlüğü yahut
alçaklığı mevzubahis değildir. Yaratıcı dilediğini yüceltip dilediğine
alçalttığından, kulu güçlü kılabilecek hür bir irade mevcut değildir.
Dünya
hayatı, tıpkı gökten indirilen bir yağmur gibidir. Su sayesinde yeryüzünün bir bölümü
gürleşir, zenginleşir ve güçleşir; yoğun soğuk, kuraklık veya sıcaktan dolayı
bir bölümü vasat kalır; diğer bir bölümü ise çorak yapısından verime kavuşamaz.
Daha sonra oluşan bir rüzgâr, yangın, fırtına, afet, salgın, hastalık, musibet
veya savaşla her şeyin savrulduğunu ve darmadağın olduğunu görürsün. Rahmet,
bereket, kıtlık ve felâket nasıl ki birey, toplum ve iktidarların iradeleri ve
bilgileriyle gelişmiyorsa; diğer ayrıcalık ve üstünlüklerde aynı programsal
oluşumun bir sonucu olarak meydana gelmektedir.
Gücüne,
teknolojisine ve iktidarına imrenilen toplumların bir sebeple çöküşleri ve
sabun köpüğü misali yok oluşları, iddia edildiği gibi egemen olamadıklarından
ve iradelerinden kaynaklanan imtiyazsal bir üstünlük ve bilgi taşımamalarındandır.
Çünkü her şeye iktidar eden ve yöneten Yaratıcı’dır. Geçmişteki toplumların
tarihlerinde ki zafer, kültür ve eserlerine müthiş önem veren günümüz insanlarının,
kendilerinden çok daha güçlü ve bilgili toplumların nasıl yerle bir olduklarını
kavrayamamaları, iradesel bir muhakeme yetileri olmadıklarını da
kanıtlamaktadır. Tıpkı fiziksel körler gibi bakıyor, inceliyor, araştırıyor,
irdeliyor ama idrak edemiyorlar. Oysa insan her şeyi duyuyor, bizzat yaşıyor
ama tepki veremiyor. Tartışılmaz somut deliller karşısında gerçeklerin anlaşılamamasının
sebebi nedir?
“Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat sağırlara -üstelik akılları
da ermiyorsa- sen mi duyuracaksın?”
Yunus 42
“Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara
da daveti duyuramazsın.”
Neml 80
“(Resulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara
o daveti işittiremezsin.”
Rum 52
“(Resulüm!) Sağırlara sen mi işittireceksin; yahut körleri ve apaçık sapıklıkta
olanları doğru yola sen mi ileteceksin?” Zuhruf 40
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O
bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder