İslam, Allah iradesi ve hükümlerine
kayıtsız ve şartsız teslimiyet; şeytanın temsil ettiği haksızlık ve kötülüklere
karşı mücadele; hak ve adaletin tesisi için cihad, suçlulara ceza, adaletin
egemen olabilmesi için ırk, din, sınıf ve mevki ayırımı yapmaksızın hukuk
önünde eşitlik, zenginin yoksulu gözetmesini emreden bir düzendir. Kötülüklerin
elçisi şeytan ile iyiliklerin elçisi Peygamberlerin vahyi hükümler çerçevesinde
mücadelelerini meşrulaştıran âlemşümul bir imandır.
Fitne, kötülük, haksızlık ve
adaletsizliklerin ortadan kalkabilmesi için şeytanla yani batılla cihad
zorunluluğu tartışılmaz bir kural olup; şeytanın kıyamete kadar misyonunu
sürdürecek olmasından dolayı kötülüklere karşı mücadele için gerekli olan savaş,
iyinin var olabilmesi mutlaktır. Dolayısıyla İslam, batılla yani şeytanla diyalogu
reddeder ve cengi şart koşar.
“Ancak Müslümanlar kardeştir, gerisi düşmandır” hükmü gereği, Müslüman
olmayanlarla kardeşlik, birlik hatta dostluk çatısı altında bütünleşmek yasaklanmış
ve haram kabul edilmiştir.
Vahiy, her ne kadar açık ve seçik ortada
ise de, işbirlikçi müfessirlerin yorumlarıyla budanan ayetler, kötüye karşı
savaşmaktan korkanların barış, sevgi, hoşgörü ve diyalog şemsiyesi altına
sığınarak ve kendilerini emniyete alabilmek amacıyla kardeşlik yakarışlarıyla
dinleri ve insanlıklarına ihanet edip yaratıcıları Allah’a bir güvensizlik ve
vaatlerine itimatsızlık duymaları, vahyin açıkladığı Müslüman olmadıklarına bir
kanıttır.
Barış, ancak İslam egemenliğinde ise
geçerlidir. Peygamberimizin müşriklerle yaptığı ilk Hudeybiye barış anlaşması,
İslam hukuk devletinin egemenliği altında yapılmıştı. Vahyin temel mesajı,
yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar batıllarla
ve işbirlikçilerle savaşmak farz kılınmıştır. Ayrıca Allah ve Resulüne karşı
savaşanların ve Allah’ın indirdiği hak düzeni bozmaya çalışanların nasıl
cezalandırılacağı da Maide Suresi 33.
Ayetinde açıkça emrolunduğu halde, Allah’ın gücünden ve yaptırımından değil de batıl
güçlerden korkanların “barış ve kardeşlik” söylemleri, ancak ürkek sefillerin
siperlendikleri bir örümcek kalkanıdır. Onlar barış ve kardeşlik dedikçe batıllar
cesaretlenip daha da vurmakta, dolayısıyla ne yakarışları ne de teslimiyetleri
bir fayda vermektedir. Müslümanların hem yaratıcı Allah’a inanıp hem de
tutsaklığa razı olabilmeleri, kimin güçlü ve mutlak hükümran olduğu ikilemline
neden olmakta, böylece inanıldığı gibi iman edilemediği ortaya çıkmaktadır.
İslam’ı insafsızca nefislerine peşkeş çeken
fetvacılar, sözde taptıkları Allah için emredilen yolda dimdik yürümektense, kenarından
kıyısından aşındırdıkları nefsi fetvalarıyla Allah’ı kandırabileceklerini
sanmakla kalmayıp, iman sahiplerine de kötü rehber olarak Allah’ın yolundan
alıkoymaktadırlar. Tıpkı Budistler gibi kendilerince zikir yaparak kalplerini
temizleyeceklerini düşünen tasavvuf ehli, kesinlikle İslam değil nefislerine
tapan gizli putperesttirler. Zikir, Kur’an’ın ta kendisi olup, Ahzab Suresi 36.
Ayette buyrulduğu gibi; “kendi istek ve düşüncelerine göre değil, Allah ve
Resulü’nün emrettiği hükümlere itaat etmekle emrolunmuşlardır.” Aksi takdirde
sapıklığa düşmüş oldukları beyan edilmekte olup, yaptıkları ibadetlerinde
hiçbir kıymeti bulunmadıkları buyrulmaktadır. Eğer her nefsin dilediği gibi
Allah’a ibadet yapması meşru ise, neden Allah o kadar hükmü vahyetti ve
uyulmasını şart koştu?
“Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri (dünya
malını ve nefsi istekleri) satın aldılar
da (insanları) O’nun yolundan
alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür.” Tevbe 9
Haramın helal, helalin haram sayılıp
Allah’a isyan üzerine kurulmuş bir düzende; hangi kalp kötülüklerden temizlenebilir,
Allah’ın muhabbetine bağlanabilir, Resulünün söz, hareket ve ahlakına uyabilir
ve yolundan gidebilir? Öyleyse Peygamberimiz ve ardından gelen halifeler ve ashap,
neden bir köşeye sinip de kalplerini kötülüklerden arındıran bir yol
izlemeyerek ve batılla iş tutarak ömürlerini Allah’ın dinini egemen kılabilmek
için cihad yapmak suretiyle onca meşakkati göğüsleyip binlerce şehid verdiler? Devekuşu
misali kafalarını kuma gömercesine mücadeleden kaçanların ibadetlerini, Tibet’e
çekilerek kalp ve zihin temizleyen Budistlerle aynı çatı altında
bütünleşmeleri, inandıkları tanrılar farklıda olsa güdülen aynı tasavvufi bir yol
olduğunu ortaya koymaktadır.
Acaba eşleri, çocukları, ticaretleri ve
mallarına bir halel geldiğinde ne yapıyorlar? Örneğin evlerinde otururlarken,
eş ve çocuklarına tahammül edilemez hakaretlerde ya da taciz ve tecavüzde
bulunulsa, hiçbir tepki vermezler mi? Diyelim, vermediler. O zaman o eş ve
çocukları, “sen ne korkak ve ahlaksız
birisin, bize dil ve el uzatıyorlar ama kalkıp da tek bir kelime etmiyor ve
savunmuyorsun, yazıklar olsun senin gibi bir veliye” demezler mi? İşte
Allah, Tevbe Suresi 24. Ayette, “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, eşleriniz, hısım
akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler; size ALLAH’tan, RESUL’ünden ve Allah yolunda CİHAD
etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah
fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”
Ayette de açıkça belirtildiği gibi, Allah
yolunda cihad etmeyen, söz değil eylemle Allah’ı ve Resulünü her şeyden üstün
tutmayan; ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da, dehasal bir ilime sahip olsa
da, hizmet etse de, vaaz yapsa da, Kur’an okusa da, hacca gitse de, zekât verse
de cennete giremez.
Ancak ilimleriyle böbürlenerek ahkâm kesen batıl
güdümündeki fetvacılar, her kesimce beğenilmek, takdir toplamak ve seküler rejime hoş
görünebilmek adına dinleyenlerini tanrılarmışçasına cennete gönderirler. Oysa
Allah, Ali İmran Süresi 142. Ayet gibi birçok hükmünde buyurduğu üzere; “Allah içinizden
cihad edenleri belli etmeden ve felaketlere karşı sabredenleri ortaya
çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız” hükmünü açık bir buyrukla
dikte etmiştir.
Kimi sakallı-cübbeli-şalvarlı, kimi
takkeli, kimi metro seksüel, kimi şallı, kimi kravat ve takım elbiseli
medyatikler; İslam’ın düzen kurucu, ilahi bir rejim, bir anayasa, bir hukuk, yasa
yapıcı, siyasi ve cihadi bir din olduğunun altını çizmek yerine; deniz
kenarındaki midye kabukları ya da daha düzgün çakıl taşları toplamak misali çocuk
kandırırlarcasına hurafeleri ve seküler rejimce tehlike ihtiva etmeyen ibadetlerden
bahsederler. Peki, İslam’ın hükmetmediği bir diyarda, nasıl İslami ibadetlerden
bahsedip Kur’an’ı kişiselleştirebiliyorlar?
Öyle ki, Allah ve Resulüyle dalga
geçercesine İslam’ın şartı beş diyerek, diğer bütün hükümleri şart olmaktan
çıkarmışlardır. Ki, o beş şartın ikisi olan hac ve zekâttan fakirler istisna
olup, böylece fakirler için üçtür. Çünkü laik rejim, vahye müdahale edip öyle
mecbur etmektedir. Dolayısıyla diğer
hükümleri çiğneyerek önemsiz bulan ve Allah’ın emirlerine muhalefet etmekten
sakınmayan fasıklar, günaha dalanların ta kendileridirler.
“Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına
uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına
dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını
onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan
çıkmışlardır.”
Maide 49
Temel bilgiden ve İslam’ın ne olduğundan
bihaber insanlar, kendilerine cennet vadeden o çokbilmişlerin ki, en iyi bilen
şeytan olduğunu da göz ardı etmeden, yılda bir ay oruç, günde beşer dakikan 25
dakika namaz, bir kere hac ve anlamını bilmedikleri kelime-i şahadet ve kalp
temizliğiyle cenneti müjdelerler. Madem cennet bu kadar kolay; Allah’ın dinini
egemen kılabilmek için eş ve çocuklarını bir daha görmemek üzere cihad ederek
bedenleri parçalanan, aç ve susuz kalan, zindanlarda işkenceler altında
inleyen, bir daha gün yüzü görmeden zincirlere bağlı canlarını feda eden, doğan
çocuklarına sarılamadan şehid olanlar, dünyanın zevk ve nimetlerinden istifade
edemeyen ve o lezzetli doyumsuz yiyeceklerden tatmayanlar aptal mıydı?
Herkes
kendince hizmet ettiğini sanarak günahlarından arınıp sevap kazandığını ve
Allah nezdinde itibar edindiğini sanıyor. Oysa Newton’un
bilimde kullandığı analiz türünün aynısı politika ve tarikatlar dünyasında
paranın, kibrin ya da diğer saklı emellerin açığa çıkartılmasında kullanılsaydı,
vahyin emrettiği İslam’da anlaşılmış olurdu.
Herkes
kendince Allah rızası adına hizmet ettiği övgüsüyle günahlarından arınıp sevap
kazandığını sanıyor. Kendine hak yolunu değil batılı yol edinmiş olanların
sözde yaptıkları hizmet ve bağış nefisleri içindir.
“De ki: İster gönüllü verin ister
gönülsüz, sizden (bağış) asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk
oldunuz.” Tevbe
53
Ağzınız açık, uykudan mahrum
bir dikkatle izlediğiniz ve cennete girişinizi garantileyen o fetvacı fasıkları
hiç sorguladınız mı?
Allah’a
olan imanı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laik kamuflajlı ateist bir
rejimle yönetilen düzendeki İslam, tıpkı ölünün kırık kolunu tedavi etmekten farksız
bir inançtır.
İslam’ı yüzeysel bir sevgi, hoşgörü ve barış dini gibi iktidar ve egemenlikte
hiçbir iddiası bulunmayan pasif bir inanç olarak göstermek öyle bir
manipülasyondur ki, kutsallık adına hapsedip zincir vurmaktır. İslam’ı
mumyalanmış bir cesede dönüştürerek müzede sergilenme çabaların dilenilen
sonuca ulaşabilmesi mümkün değildir. Çünkü İslam’ın sahibi kul olan insan değil
yaratıcı Allah’tır. Bu sebeple cihadı yani savaşı farz kılmış, kulluğun sadece
ALLAH’a yapılması için İslam’ın bir düzen ve yasa yapıcı olduğuna hükmetmiştir.
Yaratıcıları
ve ayetlerini dünyadaki geçici menfaatleri için satan din adamları ve
politikacılara itibar eden, hele bir arada görünmekten yahut sıvazlanmaktan,
tenlerine ya da eşyalarına dokunduklarında ve bir arada fotoğraf çektirmekten gurur
duyarak arşa yükseleceklerini zannedenlerden daha zavallı kim olabilir?
Doğru
yahut yanlışı nefiste arayan; hak ve adaleti eğip büken; kazanabilmek için batılı
kabullenen; Allah’ın hükümlerine çıkar etiketi koyan; Allah’ın düşman, hain ve
zalim dediğine hoşgörülü davranıp kardeşlik ve dostluk birlikteliği kuran kâfirin
ta kendisidir. Müminin dostu, Allah’ın
dostudur; müminin düşmanı, Allah’ın düşmanıdır!
“O
halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar.
Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük
bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder