Bedenin öldürülüp ruhun yaşıyor olması
nasıl cinayet suçunu savamıyor ise, dinsiz bir bilim yahut bir siyasette
kitlesel bir cinayettir.
Ruhsuz bir bedenin çürümesi misali dinsiz
bir devletinde her türlü zihinsel ve duygusal mikrobu üreterek insani
değerleri, hakkı ve adaleti bertaraf eden enfeksiyonel varlığı, şüphesiz şeytani
parazitlerin topluma girmeleriyle mümkün olmaktadır. Topluma bulaşan şeytani
mikroorganizmalardan dolayı binbir türlü kötülüklerin doğmasında etkin olan
devletin, toplumun korunabilmesi için tek çözüm olan Yaratıcı’nın kurallarını
reddetmesi, apaçık salgınsal bir kırımdır.
İnsaniyeti yücelten vahyi ahlak yerine seküler
ahlaka odaklanılmasından tüm toplum enfeksiyon kapmakta, dolayısıyla insanı
insan yapan değerler çürütülüp nefsi galebe çaldıran hastalıklar hızla
yayılmaktadır. Bu sebeple insanlığı katleden ateizm merkezli sekülerizm veya
laisizmin hâkimiyeti durdurulamadığı takdirde, sağlıklı muhakeme edebilen vicdanlı
bir insanın kalabilmesi mümkün değildir. Maneviyatı biçen köklü hastalıkların
bulaşıcı etkilerinden dolayı insanlığın nasıl korkunç bir tehditle karşı
karşıya olduğu, yaşanılan olaylarla ortadadır.
Laiklik din ve vicdan
özgürlüğü değil, din ve vicdan katlidir…
Nüfusunun büyük çoğunluğu mümin olan bir
millete dinin emirleri gereği yaşamalarına, sosyalleşmelerine ve siyaset yapmalarına
izin vermeyen ceberut totaliter laik rejiminin sorumlusu, dine ve insanlığa fiyat
etiketi koyan çobanlardır.
Laik devletin kurulmasından bu yana
iktidara gelen Müslüman imajlı münafıklar; “din mi, laiklik mi” seçimiyle ilgili halka
giderek referanduma dahi cesaret edememişler, bilakis laikliğin destekçileri
olarak kökleştirmişlerdir. Oysa hiçbir Müslüman, aşk ve tazimle iman ettikleri
Allah, Peygamber ve Kur’an karşıtı laiklik gibi dinsiz bir devletin varlığını
ve idaresi altında yaşamayı kabullenebilmesi her ne kadar imkânsız ise de, makam
ve iktidar uğruna İslam yerine laikliği savunabilecek kadar alçalmış politikacı
ve din adamlarının hüküm sürüp Allah’a ihanet ederek Müslümanları aldatmaları,
hak din İslam yerine şeytani olan laikliği mukim kılmıştır.
Ateizmin çağdaş, teizmin çağdışı
propagandasıyla dine karşı oluşturulan karalama, Müslüman kimlikleri öyle
etkilemektedir ki, “çağdaşım ama dinime
de bağlıyım” karmaşıklıklarıyla tek başına dindar olmaktan utanır hale
gelmişlerdir. Oysa çağdaşlığın hangi amaç ve hedefle kullanıldığını dair
bilmeyen sefiller, sözde iman ettikleri Ortaçağ karanlığı olarak aşağılanan
Peygamber efendimize ve Kur’an’a hakaret ettiklerinin farkında bile değildirler.
Çünkü ateist ya da deistlerin sık sık vurguladıkları çağdaşlık, kafaları karıştırıp
boş inanç olarak dışladıkları İslam’ı siyasetten sildikleri gibi yaşamdan da
tamamen elimine etmek içindir. Dolayısıyla hem Müslüman hem de çağdaş
kompleksliler, komedi gösterisinde bulunan tiyatrodaki oyunculardan
farksızdırlar.
İslam referanslı liderler, partilerini ve
kendilerini tanıtırlarken dini hassasiyetleriyle değil, “Anadolu
gelenekleriyle bağdaşan bir partiyiz” ifadeleri, münafıkların
kâfirlerden daha aşağı, pespaye ve rezil olduklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca
muhafazakâr söylemleri de, sözde İslam’ı koruma amacı güden kamuflajlı bir
düşünce taktiği ise de, laikliğin değişmesine karşı direnç gösteren ve ateist
değerlerin korunmasını savunan bir muhafazakârlığa dönüştüğü de inkâr edilemez.
Muhafazakârlık, her ne kadar teist kanadın
siyasi bir ideolojisi olarak kabul görse de, gelişen süreçte aslında ateizmi
kollayan sol bir ideolojidir. Sonuç olarak din ile ateizm aynı anda üreyen
düşünceler olmasından, savunulan değişim ya da devrimler, rahman ve şeytan
temelinde renklenirler. Hatta ateist düşünce, kendini dinle yakınlaştırılmasına
şiddetle karşı çıkarken; dini düşünce, özellikle siyasette
ateistleşebilmektedir. Dolayısıyla toplum düzeninde iddia edilen değişimi
ateistler değil teistler yapmaktadır. Asıl devrimciler dine inananlar olup, haçlılarca
ve dahili uzantısı azınlıklarca güdülüp başkalaştırılmaktadırlar. Bir avuç
solcu-laik ateistin Türkiye’deki egemenlikleri, bu gerçeğin apaçık bir kanıtı
değil midir? Dini siyasetten koparan ateist rejimden başka bir delile ihtiyaç
var mıdır?
Özel hayatlarında Müslüman, siyasette
ateist olan dönmelerin din karşıtlarınca Allah ile kul arasına hapsedilen vahyi
anlayışa dolaylı yollardan destek çıkma ihanetleri, İslam’ı, Allah ve Resulünün
emrettiği doğrultudan çıkarmalarına neden olmuştur.
Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in
asli görevi, toplumu sevk ve idareyle düzeni inşa edici devlet yöneten bir
siyasetçi olmasıydı. Siyaset, devlet yönetme olduğuna göre; dinin siyasetten
ayrılmasıyla geriye ne kaldığını düşünmekten bile aciz mahlûklar, ateizmin
siyasi terminolojisi olan laikliği çağdaşlık, din ve vicdan özgürlüğü
manipülasyonuyla hazmederek, Allah ve Resulünün evrensel kurallarını hiçe
saymak suretiyle vahyi katletmişlerdir.
Dinde zorlama yok ama
laiklik gibi ateist bir düşüncedeki zorbalık; hangi anlayışın baskıcı ve
totaliter olduğunu ispatlamaktadır.
İnanma veya inkâr etme tamamen Allah
iradesinde olduğundan dolayı düşünce ve itikatta kesinlikle zorlama yoktur. Bir
başkasının haklarına müdahale ve tecavüz dışında her düşünce ve inanç
sahiplerine saldırı olmadığı müddetçe tahammül etmek veya saygı göstermek,
İslam’ın olmazsa olmazıdır. Ancak köpük misali her an yok olmaya hazır laiklik
gibi düşünceler, tedirginliklerinden ayakta kalabilmek için cebir, tehdit ve
şiddet kullanarak, temelsiz varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Bu sebeple hiçbir
anlayış cebren dayatılmamalı ve her insan, inancı gereği siyasileşme ve yaşama
hakkına sahip olmalıdır. Ki, İslam’ın
varlık amacının tamamen siyasi olma nedeni, insanlığı yücelterek barış, hak ve
adalet getirici eşsizliği ve suçu önleyici otoritesindendir.
Ruhun bedenden ayrılması karşılığı nasıl
ölüm gerçekleşiyor ise; dininde siyasetten ayrılmasıyla küfür gerçekleşiyor.
Ancak kendilerini dinin yaratıcısı ve sahibi zanneden din düşmanı
jakobenler, dinle siyaseti birbirinden
ayırma hükmü vererek, apaçık Allah oldukları iddialarıyla ahkâm kesebilmekte ve
iman etmiş tek bir siyasetçi çıkıp da, “haddini bil, sen Allah değilsin ve dinin kurallarını
Allah ve Resulü koyar” itirazında bulunamamaktadır.
Siyasetten arındırılmış İslam, Allah ve
Resulüne isyandır! Zaten İslam’ın hedef ve gayesi, Allah hükümlerinin tatbiki
ve Allah iradesine teslimiyettir. Hiçbir laik düşünce ve iktidar, kendini Allah
yerine koyarak neyin yapılıp yapılmayacağı konusunda Müslümanlar adına hüküm veremez
ve din özgürlüğünü kısıtlayıcı yasaklar getiremez.
Dinim İslam, bana siyaseti emredip Allah
hükümlerine göre devletleşmemi emretmiş olduğu halde; Allah’tan değil
çapulculardan korkup ya da az bir bedel karşılığı ayetleri satarak münafıklıkla
yaftalanmamı kimse bekleyemez.
Kişinin inanmama konusu ne kadar demokratik
bir hak ise, inandığı gibi düşünme ve yaşaması da o kadar haktır. Ancak ateist
laik rejim, vazgeçilemez ve tartışılamaz bu hakkı, Müslümanların elinden
almaktadır.
Düşünün ki, tarafsız olması ve hiçbir
ideolojiye bağlı bulunmaması gereken mahkemeler bile, gizli bir tanrı kabul
edilen Atatürk siluetleri karşısında tüm insanları yargılayabilmektedir. Dolayısıyla
Müslüman, Hıristiyan, Yahudi veya diğer dinlere mensup insanlara apaçık bir
taciz ve saldırı olan bu dayatma, şüphesiz adaleti de töhmet altına
sokmaktadır.
Geçen gün mahkemede yemin etmekle mükellef
bir Müslüman’ın tanrısı Allah üzerine yemin edeceğini bildirmesi üzerine yargıç
tarafından tutuklanarak cezaevine gönderilmesi, durumun vahametini ortaya
koymaktadır. Yargıç, sadece rejimin gereğini yapmıştır.
Buna benzer bir olay benim de başıma
gelmiş, fikirlerimden dolayı yargılandığım mahkemede ayetle savunma yaptığım
esnada, yargıç; “burada ayet
okuyamazsın” diyerek beni tutuklamakla tehdit etmiş ama geri adım
atmamıştım.
Çünkü ben bir Müslüman’ım ve inancımın
gereği yapmam gerekeni hiçbir güç engelleyemez. Ki, evrensel insani kurallarda
bu hakkı bana tanımakta ve savunma özgürlüğümün kısıtlanmasına karşı
durmaktadır.
Sonuç olarak; her inanç sahibine dinleri
doğrultusunda siyaset yapma ve yargılama hakkı, muhakkak ki demokrasinin ve
özgürlüğün kaçınılmaz bir yükümlülüğüdür. Ne var ki demokrat şövalyeler, konu
dini özgürlük olunca hemen baltalara sarılır ve ulumaları yeri göğü inletir.
Her kim İslamsız bir
siyasetten yana ise; o, apaçık bir fasıktır! Velev ki alnı secdeden kalkmamış
ve yıllar boyu oruç tutmuş olsun!
Ki,
içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan Ayını baz alırsak; Allah’ın anayasasına
muhalefet eden birinin tuttuğu oruç, kıldığı namaz ve yaptığı dua kabul olabilir mi?
7 Şubat 1923’teki açıklamasında İslamsız
bir siyasetin olamayacağını vurgulayan Mustafa Kemal, Anayasanın Kur’an
olacağını vaat etmemiş miydi?
“Millet Allah birdir, şanı büyüktür. Selameti ve hayrı üzerinize
olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Cenab-ı Hak tarafından dinimizi
tebliğe resul yapılmıştır. Kanuni esasi hepinizce malumdur ki Kur'an-ı
Azimüşşan'dan ayetlerdir.” Mustafa Kemal
“Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına
uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına
dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını
onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan
çıkmışlardır.”
Maide 49
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder