Hem
de adalet iste!
Hukuk’un olup da adaletin olmadığı bir düzen;
ruhsuz beden misali ölüdür. Seküler-laik bir hukuk, yürüyemeyen bir engellinin
ayakkabıları gibidir!
Seküler-laik ve demokratik bir hukukta
hâkimiyet her daim insan da, vahyi hukuk yani şeriatta ise Allah’tadır.
Dolayısıyla insanın egemen olduğu hukuk siteminde adalet değil hukuki kurallar
geçerli olduğundan nefse dayalı yargı hüküm sürmektedir.
Allah kurallarının hükmetmediği bir hukukta
şeytani kurallar galebe çalar. Batıllığı doğuran şeytan olduğu için hakkı
reddeden bir hukuk, hiçbir şart ve koşulda vicdanı huzur ve güvene kavuşturacak
bir adaleti tesis edemez.
Vahiy dışı seküler-laik hukuk, kendini doğrudan
beşere adadığından iddia ettiği vicdan, ruhi değil bedenidir. Her ne kadar
bedenin yani maddenin bir vicdanı olamasa da, tıpkı bilim-kurgu filmlerinde
yapıldığı gibi teorilerle öyle bir vicdan inşa edilmiş ki, pratikte ne hak ne
de adalet sağlanabilmektedir.
Oysa adaletin başı beşer sevgisi ya da korkusu değil, Allah
sevgisi ve korkusu olmalıdır.
İslami şeriata dayalı hukuk Allah’a aşk ve
tazimi, seküler hukuk ise nefsi mukim kılar. Dolayısıyla nefsi egemen kılan bir
hukuk düzenin adalet anlayışı doğrudan kendi istek ve arzularıyla orantılıdır.
Yakın zamandaki chp genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü en
somut kanıttır.
Özgürlük ve demokrasi manipülasyonuyla
insanlar öylesine kula kul olma haline getirilmişlerdir ki, seküler-laik hukuk
gereği diriyken beşere, ölüyken Allah’a hâkimiyet
tanınarak adalet lağvedilmiştir. Lakin insan, yaşadıklarını bir otokritik yapıp
içinde olduğu hayat laboratuarını irdeleyebilseydi, Allah’ın mı yoksa beşerin
mi muktedir bir yönetici olduğunu idrak edebilecekti.
Pranganın hangi maddeden üretildiğine bakarak
rıza gösterebilen zayıf insanın neden yaratıcısı Allah’ın hukukunu değil de
hilkatteki eşinin seküler-laik hukukunu seçebildiği anlaşılabilmektedir. Ama
altın prangaların, demir prangalardan çok daha kötü olduklarını idrak
edebilselerdi, asla seküler-laik hukuka razı olmaz; dolayısıyla kula kulluk
yapmazlardı.
Hiçbir denetim Allah korkusundan daha tesirli
değildir. Çünkü nefsi istek, hırs, ihtiras ve azgınlıkları yegâne hapseden
Allah korkusu ve verilecek hesap tedirginliğidir. Dolayısıyla yaratıcı Allah’a
iman, aşk, tazim ve korku duymayanlarda vicdan bulunmamaktadır. Bu sebeple
yaratıcısı Allah’a karşı duyarlı olmayanın adalet terazisine duyarlı olabilmesi
asla mümkün değildir. Seküler-laik hukukun yargısı her ne kadar vicdani bir
hassasiyet taşıdığını iddia etse de, Allahsız yani şeriatsız bir vicdanın
olabilmesi fıtraten imkânsızdır.
Seküler-laik düşünce öyle bir İslam anlayışı
onaylatmış ki, İslam’ı reddeden yahut alanını kısıtlayan düzenini kabul
ettirerek, Müslümanları dinleri İslam’a düşman kıldırmış. Yoksa Müslüman’ın,
yaratıcısı Allah’ın hukuk düzeni olan şeriata karşı çıkabilmesi mümkün müdür? Kur’an’ın
hükümlerine itaatsizliği mümkün müdür? İslam’ı değil dinsizliği isteyebilmesi
mümkün müdür? Yaratıcı Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyetinden
korkulabilinir mi? Allah ve Resulü’nün haksızlık ve adaletsizlik yapabileceği
düşünülerek beşerin üstünlüğü amaç edinebilinir mi?
Hem seküler- laik hukuk’u
savunacaksın, hem de adalet bekleyeceksin! Ölünün kırık kolunu tedavi etmek
nasıl ölüye bir fayda getirmez ise, seküler-laik hukukta asla adaleti inşa
edemez.
Yaratıcısı Allah’a değil de yarattığı kuluna tevekkül ederek
boyun eğebilenin insan olamayacağı seküler-laik düzende hak ve adalet haramdır.
Çünkü yaratıcısına karşı hak ve adaleti önemsemeyerek nankörlük ve hainlikte
sınır tanımayan insan, nefsine sıra geldiğinde kılıçtan keskin bir psikolojiyle
yapılan haksızlık ve adaletsizliklerden dolayı hesap sorup öyle isyan eder ki,
sanki tanrı Allah değil de kendisiymiş gibi kader biçer.
Madem
yaratıcının şeriat düzenine meydan okuyarak hükümlerine göre değil de nefsi doğrultudaki
seküler-laik bir düzeni meşru buluyorsun; neden haksızlık ve adaletsizliklerden
şikâyet ediyorsun?
Arkadaş! Yaratıcı’nın egemen
kılınmadığı seküler-laik bir düzende;hak ve adaletin, vicdanın, siyasetin,
Allah’a kulluğun, korkusunun, insanlık ölçüsünün ve imanın var olabilmesi
mümkün müdür?
Ya kulluğu yani şeriatı reddettiği
halde sözde ‘kul hakkı’ edebiyatı yapanlara ne demeli! Düşünülebiliniyor mu;
hem şeriata karşı çıkacak hem de kul hakkını savunacak! Acaba kul hakkından
maksatları, beşeriyeti Allah’tan daha üstün görmek midir?
Hani Makedonya Kralı İskender’e, ‘Bir dileğin
var mı” sorusuna karşılık “gölge etme
başka ihsan istemem” diyen Yunanlı filozof Diogenes, gündüz vakti eline bir
fener alarak pespayelikten ve erdemsizlikten köhnemiş Atina sokaklarında “bir adam arıyorum” tellâllığı yaparak
insan araması misali; acaba Allah’a kul olmuş iman sahibi bir arayışa girilse,
kaç kişi bulunabilir?
Artık adaletsiz bir hukuk, ölümden farksız
hale gelmiş bir mezarlıktır. Dolayısıyla ruhsuz bir bedenle övünmek ne ise, adaletsiz
bir hukukla övünmek de odur!
Diriyken şeriattan kaçanlar, öldükten sonra kaçabilecekler mi?
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi
sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da
sapıktırlar.” Furkan 44
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm
verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim
Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36
“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin
isteklerine uyma.“ Casiye 18
“(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Halbuki
hepsi bize döneceklerdir.” Enbiya
93
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder