Ya da din ile siyasetin birlikteliğini
bozan şeytandır; yahut din ile devleti bölen küfür ehlidir!
Aslında
ruh ile beden doğuştan ölüme kadar olan süreçte irili ufaklı her şeyin kanıtıdır
ama seküler-laik düşüncenin kuram yahut sözde bilim bazlı hipotezleri yalanın
en şedidini mukim kıldığından hakikatlere uzanılamamaktadır.
Ruh
ile bedeni inkâr edenler, saptıranlar veya eğip bükenlerin ne dini ne siyaseti
ne de din ile siyaset arasındaki olmazsa olmaz hayati bağı kavrayabilmeleri
mümkün değildir.
Din
ne demektir; siyaset ne demektir sualine yanıt veremeyen kimselerin yüzeysel
bilgileri doğrultusunda yaptıkları fikri açıklamalar veya tartışmalar öylesine
trajikomiktir ki, ya bilgisizler ya rejim baskısı altındakiler ya da çıkar
gözeten sömürücüler tarafından onanırlar.
Din; itaat, hizmet,
birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek,
ilkelere ve prensiplere koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Dolayısıyla
zaten tüm düzenler bu temel ilke üzerine kurulur ve kurumsallaşır.
Din, her ne kadar
tanrısal ve kutsal bir terimmiş gibi tanımlansa da gerçekte sosyal, siyasi, ekonomik
ve askeri yasaların bütünüdür. Hukuksal yani yasama, yürütme ve yargının tamamı
güdümündeki düşünce itibariyle dini bir sistemdir. Ki, sekülerizm, laisizm,
ateizm yani dinsizlik de kurallarından ötürü dini bir sistemdir!
İnsanoğlu
yaratıldığından beri var olan siyaset, her ne kadar sözcük olarak 14. Yüzyıldan
beri literatürde kullanılmaya başlanmış olsa da gerek birebir ilişkilerde,
gerek kişi ile devlet ilişkilerinde gerek toplumllar arası ilişkilerde gerekse
millet ile devlet ilişkilerinde hep vardı ve olması mecburiydi. Çünkü
siyasetsiz bir ilişki ruhsuz beden misali ölümdür. Ancak ne var ki ruhsuz bir
beden yaratılır yahut ruhun benden çıkması önlenerek hayat bakileştirilir; işte
o zaman dinsiz bir siyaset yani devlet inşa edilebilir.
Halksız, milletsiz,
toplumsuz ya da insansız bir devlet olabilir mi? Öyleyse dinsiz bir millet
yahut toplum da olamayacağına göre devletin veya siyasetin dinsizi yani
seküler-laik’i olamaz!
Ki, Peygamber
Efendimizin kurduğu İslami Devletinin temel prensiplerini miladi 620 ve 622
yıllarında yapılan meşhur “Akabe Bey’atları”’n da görebilmek mümkündür. Bey’atların
yani sözleşmenin içeriği incelendiği zaman ruh temizliği, sosyal reform ve
hukuka dayandığı görülür. Akabe Sözleşmesi, Peygamber Efendimiz ile Medineli
bir topluluk arasında yapılmıştır. Mekke’nin iki kilometre yakınlarında bulunan
Akabe adındaki bölgede gerçekleştiği için bu ismi almıştır.
Can, su, hava, gıda
ve bilgi dahil sahip olduğu her şeyi yaratıcısı Allah sayesinde temin eden
insan kuldan öte kimdir ki, Allah’ın bilmediğini bilircesine idare etme sanatı
olan siyaset ile din ilişiğinde ahkam kesebilmektedir? Siyasetsiz din olabilir mi?
Din dışı, karşıtı
veya Allah’tan inen hükümleri inkâr eden bir dinsiz olmak, din ile siyaseti bozma
hakkı ve salahiyeti vermez. Savaş açacak kadar göz dönmüşlük ve ceberutluk
kabul edilemeyeceği dibi manipülasyonla haklı çıkma kalkışması da sonuç
getirmez. Nasıl ki tüm teorilerine, deneylerine, araştırmalarına ve kurgusal
teknolojilerine rağmen ruhsuz bir beden üretememiş hatta yaratamamışlar ise,
dinsiz bir siyaseti de hayata geçiremezler. Ancak verilen mühlet gereği geçici
başarılarıyla övünseler ve kaderin dışına çıktıklarını sansalar bile vade
dolduğunda tepetaklak olacaklarına hiçbir şüphe yoktur. Zaten ölüm yeterli
değil mi?
Siyaset yalnızca
devleti ve milleti idare etme sanatı değil, her canlı ya da cansız varlıkları
nitelikleri doğrultusunda yapılandırabilme metodudur. Lakin sorun, söz konusu
siyaseti yani idare sanatının hangi temel dayanağa ya da kurallara göre yapıldığıdır.
Hak mı yani Kur’an mı; yoksa batıl yani
Kur’an’a dayanmayan yargılar mı?
Özgür
İrade ve demokrasi odaklı seküler-laik temelli düşüncelerin tamamı yalan;
abartı; hile ve sömürüdür. Kanıtı nedir diye soracak olursanız; “hâkimiyetin kayıtsız-şartsız milletin”
iddiasıdır. Velev ki hâkimiyetin millette olduğunu varsayarsak; dünya
yaratıldığından günümüze değin çok daha kuvvetli ve yeryüzüne hükmeden yüzlerce
milletler gelip geçmesine rağmen neden hiçbiri hâkimiyetini sürdüremeyip sabun
köpüğü misali yok olup gidebilmişlerdir?
Sonuç
itibariyle her kim neye dayanarak din ile siyasetin arasını bozmak maksadıyla
ayırırsa o din karşıtı bir kâfirdir; amacı boş inanç olarak bellediği dini ya
ortadan kaldırmak ya da kısıtlamak olup, adil bir siyasetin toplum üzerinde
etkili olmasını istememektir. Çünkü Allah ve Allah’ın siyaset prensipleriyle
savaşa girmiş bir düşüncenin şeytani olduğu tartışılmazdır. Dolayısıyla
kötülüğün elçisi şeytan ve dostları halkına iyilik yani hayır istemeyeceğine
göre din ile siyaseti koparmaktaki amaçları yeryüzünü karanlığa gömüp
kötülükleri yaymaktır. Zaten öyle olmuyor mu?
Dinsiz
siyasetin güttüğü seküler-laik düzenlerde devletlerin neden zenginler arasında
dolaştığı apaçık ortadadır! Eğer fakirler inisiyatiflerine kalsaydı; Allah’ın Nisa
53. ayetinde buyurduğu gibi çekirdek filizi kadar bir şey bile vermezlerdi.
“(İnsanlar)
kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize
döneceklerdir.”
Enbiya 93
“Bilmez
misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan
başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır” Bakara 107
“Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve
ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra
hangi söze inanacaklar?” A’raf 185
“İnsanlardan
korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim
Allah'ın indirdiği (hükümler) ile
hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”
Maide 44
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder