8 Kasım 2014 Cumartesi

Allah dilediğini takdir ediyorsa, ne gelir elden!



Hiçbir sorguya, şüphe ve tereddüte kalkışmaksızın Mutak İrade'sine kayıtsız-şartsız itaat ve teslimiyet!

Ameli olmayan bir düşünce ve bilgi ya da imanı olmayan bir inanç ve ibadet sahiplerinin durumu; tıpkı üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer. Nasıl ki sağanak bir yağmurda toprak kaybolarak kaya ortaya çıkmakta ise, amelsiz ve imansız bir ilim ve inanç da öyle ortaya çıkmasından kazanılan hiçbir şeye sahip olunamamakta ve çelişkiler furyasında ne ilim ne de inanç sebatkâr kalmaktadır.

Her şeyde didinerek çırpınan insan, nefsinin isteği doğrultusunda hep bir şeyleri değiştirmeye, sahip olmaya, ilerlemeye, daha çok elde etmeye çabalar. Eğer yol kat edebilmişse ‘ben’ der, aksi tezahür etmişse ‘kader’ ya da “şansızlık” der. Diğer bir ifadeyle; ömrünü yaratıcı ile savaş yaparak geçirir; böylece özgür yahut cüz’i iradesine güvenen insan ile Mutlak İrade arasında üstünlük savaşı sürdürülür.    

Hıristiyan ve Yahudiler, yeryüzünün yönetimi ve egemenliği insanda olduğuna inançlarından dolayı ateistler misali doğrudan "özgür irade"yi; Müslümanlar ise,
"cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaratıcının tahtına yani Mutlak İrade’sine ortak olmaya kalkışırlar.

İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Yaratıcı mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?

Allah’ın dilemesi dışında bir yaprak dahi yere düşemiyor ise; Müslümanların “cüz’i irade” savı çelişki değil midir?

Yaratıcı; her türlü düşünce, bilgi, anlayış ve davranışları insanoğlu bedenen yaratılmadan önce dilediği gibi paylaştırarak ruhlara nakşetmiş ve bu temel esasa dayalı dünyanın biçimlenmesini, maddenin, fiziğin ve olayların vuku bulmasını iradesince programlayıp eylemleştirmiştir.

Ruhsal akliyat, duygu ve fiziki oluşumların bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata denk görsellik ve güncellik kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya kötü, doğru veya yanlış yollar için; peygamberi, şeytanı, ruhu, bedeni ve maddeyi aracı kılmıştır. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce, fiiliyat ve unsurların hudutları çizilmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen konumlandırarak soyut veya somut tüm olayları ezelde yaratmıştır.

Peygamber ve şeytan özüne bağlı şekillenen düşünce, duygu ve davranışların düzen içinde varlık kazanması ve mücadelesi, varoluş ve yok oluş amacına uygun biçimlenmiştir. Düşsel ve fiziksel uygulamaların hiçbiri beyinsel, öğretisel, araştırısal, rastgelesel, gözlemsel veya iradesel etkiyle gerçekleşmemekte, ancak öyle sanılmaktadır. Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda var olan ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler; fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan bedene fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir.

İyi veya kötü her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen, programı mecrasında akışına devam etmektedir. İnsanların vahye, akla veya fiziğe olan güvenleri iradesel değil tamamen kaderseldir.

Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek zıt sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır.

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca başına gelen olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İmanı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığını düşünür ve yaşadığı hayatta bir kanıttır.  Çünkü her iş, O’nun dilemesiyle gerçekleşmektedir.

Seküler beyin psikolojisinde ise, bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rastgelesel yani tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul edilir. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşme ütopyasına neden olan özgür irade, dilenileni yapabilen, olumsuzlukları bertaraf edebilen, tedbirleriyle savabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı olabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır ama pratikte kanıtlanamaz.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla paradoksal anlayışlar, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tektir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız iman edenler, bu tür anlamsız, dayanaksız, kanıtsız ve sonuç getirmez tartışmalara itibar etmezler.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken, tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği hatta zarar vereceği de aşikârdır.

“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140

Yaratıcı’ya kayıtsız-şartsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeyi savunanların fikirsel mücadeleleri; yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın laflar deryasında devam eder. Zihinsel ve kalpsel ya da fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan, tadan ve hisseden insanoğlu; nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle değişebiliyor?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun özgür veya cüz’i irade savıyla kulu doğrudan ya da dolaylı olarak egemen kılan her türlü anlayış batıldır. İnsanların büyük bir çoğunluğu her ne kadar Yaratıcı’nın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de, güttükleri ve rehber edindikleri yolun ateist köklü olduğunun bilincinde değillerdir. Kim ne derse desin, irade iddiası gizli bir ateistliktir.

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta, zihinsel ve bedensel özgür anlayış ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da yanlışlık, özgürlük ya da kölelik, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır, ya da daima insandır.

Eğer Allah, zatına ortak koşulmasını kesinlikle yasaklamış ve bağışlanmaz bir suç olarak kabul etmiş ise, özgür yahut cüz’i irade anlayışı apaçık bir yanlışlık hatta bir küfürdür.

“Sizler ancak Rabbimizin dilemesi sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” İnsan 30

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

Hiç yorum yok: