Hiçbir
sorguya, şüphe ve tereddüte kalkışmaksızın Mutak İrade'sine kayıtsız-şartsız itaat ve teslimiyet!
Ameli
olmayan bir düşünce ve bilgi ya da imanı olmayan bir inanç ve ibadet
sahiplerinin durumu; tıpkı üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer.
Nasıl ki sağanak bir yağmurda toprak kaybolarak kaya ortaya çıkmakta ise,
amelsiz ve imansız bir ilim ve inanç da öyle ortaya çıkmasından kazanılan
hiçbir şeye sahip olunamamakta ve çelişkiler furyasında ne ilim ne de inanç sebatkâr
kalmaktadır.
Her
şeyde didinerek çırpınan insan, nefsinin isteği doğrultusunda hep bir şeyleri
değiştirmeye, sahip olmaya, ilerlemeye, daha çok elde etmeye çabalar. Eğer yol
kat edebilmişse ‘ben’ der, aksi tezahür etmişse ‘kader’ ya da “şansızlık” der.
Diğer bir ifadeyle; ömrünü yaratıcı ile savaş yaparak geçirir; böylece özgür
yahut cüz’i iradesine güvenen insan ile Mutlak İrade arasında üstünlük savaşı
sürdürülür.
Hıristiyan
ve Yahudiler, yeryüzünün yönetimi ve egemenliği insanda olduğuna inançlarından
dolayı ateistler misali doğrudan "özgür
irade"yi; Müslümanlar ise,
"cüz’i irade" ve "külli
irade" ikilemiyle yaratıcının tahtına yani Mutlak İrade’sine ortak
olmaya kalkışırlar.
İnsan hareketleriyle özgür
müdür, değil midir? Yaratıcı mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?
Allah’ın dilemesi dışında bir yaprak dahi
yere düşemiyor ise; Müslümanların “cüz’i irade” savı çelişki değil midir?
Yaratıcı;
her türlü düşünce, bilgi, anlayış ve davranışları insanoğlu bedenen
yaratılmadan önce dilediği gibi paylaştırarak ruhlara nakşetmiş ve bu temel
esasa dayalı dünyanın biçimlenmesini, maddenin, fiziğin ve olayların vuku
bulmasını iradesince programlayıp eylemleştirmiştir.
Ruhsal
akliyat, duygu ve fiziki oluşumların bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata
denk görsellik ve güncellik kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya
kötü, doğru veya yanlış yollar için; peygamberi, şeytanı, ruhu, bedeni ve
maddeyi aracı kılmıştır. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce, fiiliyat ve
unsurların hudutları çizilmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen konumlandırarak
soyut veya somut tüm olayları ezelde yaratmıştır.
Peygamber
ve şeytan özüne bağlı şekillenen düşünce, duygu ve davranışların düzen içinde
varlık kazanması ve mücadelesi, varoluş ve yok oluş amacına uygun
biçimlenmiştir. Düşsel ve fiziksel uygulamaların hiçbiri beyinsel, öğretisel,
araştırısal, rastgelesel, gözlemsel veya iradesel etkiyle gerçekleşmemekte,
ancak öyle sanılmaktadır. Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon
gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte,
gelişmemekte, etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne
kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler
ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda var olan
ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden
olan her türlü araç, gereç ve sebepler; fizik için gerekli olan görsel veya göksel
mazeretlerdir.
Ruh,
bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda
hayata geçirerek durağan bedene fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel,
toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe
göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkı veya müdahaleye izin
verilmemektedir.
İyi
veya kötü her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş
"bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte ve kadersel düzen,
programı mecrasında akışına devam etmektedir. İnsanların vahye, akla veya
fiziğe olan güvenleri iradesel değil tamamen kaderseldir.
Düşünce
ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek
çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek zıt sonuçlar doğurması,
insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü
bulunmayışındandır.
Vahiysel
din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca başına gelen olumlu veya olumsuz
her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder.
İmanı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya
kaybetmesine olanak olmadığını düşünür ve yaşadığı hayatta bir kanıttır. Çünkü her iş, O’nun dilemesiyle gerçekleşmektedir.
Seküler
beyin psikolojisinde ise, bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre
eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rastgelesel yani tesadüfen kendiliğinden oluşan
bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak
kabul edilir. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç
olduğu varsayımıyla insanın egemenleşme ütopyasına neden olan özgür irade, dilenileni
yapabilen, olumsuzlukları bertaraf edebilen, tedbirleriyle savabilen, kaderini
yazabilen ve seçme hakkı olabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır ama pratikte
kanıtlanamaz.
Egemenlik
ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade,
Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya
dışlayan yorumlarla paradoksal anlayışlar, dinler, mezhepler ve tanrılar
üretilir. Aslında herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tektir. Bu sebeple
Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız iman edenler, bu tür anlamsız, dayanaksız,
kanıtsız ve sonuç getirmez tartışmalara itibar etmezler.
Neticede
hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey
O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken, tartışmanın hiçbir
yarar getirmeyeceği hatta zarar vereceği de aşikârdır.
“O (Allah), Kitap'ta size şöyle
indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay
edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar
kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah,
münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140
Yaratıcı’ya
kayıtsız-şartsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeyi savunanların
fikirsel mücadeleleri; yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate
alınmaksızın laflar deryasında devam eder. Zihinsel ve kalpsel ya da fiziksel
veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan,
tadan ve hisseden insanoğlu; nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara,
dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani
dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle değişebiliyor?
Şu
tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa
olunsun özgür veya cüz’i irade savıyla kulu doğrudan ya da dolaylı olarak
egemen kılan her türlü anlayış batıldır. İnsanların büyük bir çoğunluğu her ne
kadar Yaratıcı’nın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de,
güttükleri ve rehber edindikleri yolun ateist köklü olduğunun bilincinde
değillerdir. Kim ne derse desin, irade iddiası gizli bir ateistliktir.
Sözle
fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki
dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı
sarsmakta, zihinsel ve bedensel özgür anlayış ve iradenin yıkımına neden
olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da
yanlışlık, özgürlük ya da kölelik, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan
egemen güç ya daima Allah’tır, ya da daima insandır.
Eğer
Allah, zatına ortak koşulmasını kesinlikle yasaklamış ve bağışlanmaz bir suç
olarak kabul etmiş ise, özgür yahut cüz’i irade anlayışı apaçık bir yanlışlık
hatta bir küfürdür.
“Sizler ancak Rabbimizin dilemesi
sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” İnsan 30
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından
başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız
Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder