Seküler hukukta egemen insan, vahyi hukukta ise egemen
Allah’tır. Dolayısıyla insanın egemen olduğu hukuk siteminde adalet değil
hukuki kurallar geçerli olduğundan suçun nevi yerine usul ve aklama maksatlı gizlilik
gerekçeler, ayrıca suçlunun gücü, makamı ve etkisi baz alınarak yargıya
gidilmektedir.
Adalet, her ne kadar kıldan ince kılıçtan keskin olması
gerekirken, seküler hukuk; vicdanlara adaleti değil Allah dışı kanunları
yerleştirdiğinden nefsi yargılar hüküm sürmekte, dolayısıyla nüfuslu suçlular ile zayıfların
cürümleri felaketsi bir ayırımcılığı doğurmaktadır. Bu sebeple suç işleyen nüfuzlu ise
aklanabilmesi için; ya kanunlarda joker misali saklanılan yasalar devreye
sokulmakta ya yeni kanunlar düzenlenmekte ya da vicdanları deşen dayatmalarla ardı
arkası kesilmeyen ve birbirlerini geçersiz kılan kararlar alınmaktadır. Yetmedi
ise yeniden yargılanma gibi manipülasyonlara başvurularak beraat sağlanana dek süreç
sürdürülmektedir.
Zayıfı,
güçlünün kölesi haline sokan seküler hukukta kulsal bir vicdan değil nüfuzluyu dokunulmaz
kılan bir anlayış mevcuttur. İslami adalet, kulluğu ve ahlakı; seküler hukuk
ise nefsi ve maddeyi mukim kılar!
Eğer hukuk ve uygulayıcıları, kendilerini insana değil
Allah’a adayarak verecekleri hesabın yüklemiş oldukları ağır mesuliyetin
sorumluluğunu taşımış olsalardı; maddi değil manevi vicdan taşır, ölçüleri
Allah’a ve hükümlerine bağlılıkta olurdu. Adaletin başı beşer korkusu değil
Allah korkusu olmalıdır. Dolayısıyla
yaratıcı Allah’ı dışlayan seküler hukuk teoride olduğu gibi pratikte hak ve
adaleti sağlayamaz!
Unutulmamalıdır ki, kamu adına hareket eden tüm
kamu görevlileri gibi yargıçları da maddi müeyyidelerle denetim altında
tutmanın mümkün olamadığı tecrübe edinilen haksızlık ve adaletsizliklerle
kanıtlanmaktadır. Hiçbir denetim Allah korkusundan daha tesirli değildir. Çünkü
nefsi arzu, istek, hırs ve azgınlıkları yegâne hapseden Allah korkusu ve
vereceği hesap duygusudur.
Savcı
ve hâkimler, adaletli kararları için merkezi otoritenin korkusundan önce kendi
vicdanlarını denetim otoritesi olarak görmezler ise, onlardan adalet beklenemez.
Diğer yandan Allah’a iman, aşk, tazim ve korku taşımayanlarda vicdan olabilir
mi? Yaratıcısı Allah’a karşı duyarlı olmayanın adalet terazisine duyarlı
olabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla seküler hukukun yargıçları, vicdanlarının
denetimiyle baş başa bırakılamaz!
Seküler
rejimde başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere bakanlar ve meclis üyeleri
sorgulanamaz, dokunulamaz, yargılanamaz, suçlamada bulunulamaz iken; İslami
rejimde iki cihan sultanı dahi olsan bir hâkimin davetine itiraz etmeksizin riayet
edilir ve aleyhte karar çıksa da boyun bükülür!
İstanbul’u
fetheden Fatih Sultan Mehmet, fethin üzerinden yaklaşık on sene sonra cami
inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli Rum mimara teslim eder.
Fatih
Sultan Mehmet, fetihten on yıl sonra da Mimar Atik Sinan’a, kubbesi
Ayasofya’dan daha büyük bir cami yapması için emreder. Atik Sinan her ne kadar bu işe “Emrin başım üstüne”
diyerek başlasa da, malzemeler arasında bulunan yüksek mermer sütunları kendi
hesabına göre ölçüp biçip “üç arşın” kestirdikten sonra yaptığı cami Fatih’in
istediği ölçüde heybetli olmaz.
Fatih
Sultan Mehmet, yeni yapılan camiyi görünce “Kubbesi Ayasofya’dan daha büyük
olsun...” emrine neden uyulmadığını sorar. Mimar; büyük bir depremde caminin
yıkılacağından korktuğu için kubbesini Ayasofya’dan daha küçük yapmak zorunda
kaldığını ve bu yüzden sütunları kestirdiğini söyler.
Fatih,
mimarın hem Ayasofya’yı (emrine rağmen) özellikle kayırdığını düşündüğü için
hem de kendinden izin alınmadan böyle bir işe kalkıştığı için “Mermer sütunları
kesen ellerin kesilmesi” emrini verir.
Mimar
Atik Sinan bunu özellikle yapmadığını “Hesaplarına göre Ayasofya’nın
kubbesinden daha büyük bir kubbenin, ilk depremde yıkılacağını” düşündüğünü
söyler ama emir büyük yerdendir ve geri dönüşü olmadığından elleri kesilir.
Fakat çevresindekilerin de cesaretlendirmesiyle, mimar haklılığına olan güvenini daha da bir pekiştirir ve “İstanbul’u fetheden, fatihler fatihi, Padişah Fatih Sultan Mehmet”i mahkemeye verip hakkını aramak için Kadı Hızır Bey’e şikâyet eder.
Fakat çevresindekilerin de cesaretlendirmesiyle, mimar haklılığına olan güvenini daha da bir pekiştirir ve “İstanbul’u fetheden, fatihler fatihi, Padişah Fatih Sultan Mehmet”i mahkemeye verip hakkını aramak için Kadı Hızır Bey’e şikâyet eder.
Fatih
mahkemeye gelir ve duruşma başlar; Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir insan
olabilir ama emrindeki birini mahkeme etmeden
cezalandırmıştır. Karşı taraf savunmasını yapar, mimar gerekçelerini açıklar ve
kadı kararını verir: Fatih Sultan Mehmet’i suçlu bulunur ve kendisi de mimara
uyguladığı cezayla yani elleri kesilerek cezalandırılmasına hükmeder.
Bunu duyan Mimar Atik Sinan kulaklarına inanamaz ve kadıya yalvararak şikâyetini geri çeker. Kadı, bunu göz önünde bulundurarak cezayı maddi tazminata çevirir ve mimara yüklü bir miktarda para verilmesine karar verir.
Evliya Çelebi`nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; "Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkûm etmeseydin bununla başını paramparça ederdim" der. Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: "Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim" der.
Bunu duyan Mimar Atik Sinan kulaklarına inanamaz ve kadıya yalvararak şikâyetini geri çeker. Kadı, bunu göz önünde bulundurarak cezayı maddi tazminata çevirir ve mimara yüklü bir miktarda para verilmesine karar verir.
Evliya Çelebi`nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; "Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkûm etmeseydin bununla başını paramparça ederdim" der. Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: "Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim" der.
Hem
seküler hukuk’u savunacaksın, hem de adalet bekleyeceksin! Ölünün kırık kolunu
tedavi etmek nasıl ölüye bir fayda getirmez ise, seküler hukukun içtihatları da
adaleti tesis edemez!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder