Bir tarafta düşmanlar, bir tarafta hainler; bir tarafta asiler, bir tarafta
sapkınlar; bir tarafta zalimler, bir tarafta riyakârlar; bir tarafta
sömürücüler, bir tarafta çıkarcılar; bir tarafta maskeliler, bir tarafta
benciller; bir tarafta nefisler, bir tarafta uzlaşma arayışalrı gibi uzayıp
giden bir karmaşa ve o karmaşadan çıkmak isteyerek düzlüğe kavuşmaya çalışan
bir insanlık! Nerede erdemlik; nerede hak ve adalet!
Dikkat edilirse yanlışın yani nefsin rehber
alındığı bir bocalamayla doğru ve iyiye ulaşabilmek mümkün değildir. Çünkü
sürdürülen mücadele sağlam yapıda gerçekleşmediğinden hak ve adalet adına
yapılmaya çalışılan her şey, bumerang misali geri dönmekte; dolayısıyla batılın
tahrip edici varlığı hız kesmeden sürebilmektedir.
Sorun; karşılaşılan sorunların o sorunları ortaya
çıkaran batıl düşüncelerle çözülmeye kalkışılmasıdır. Bu sebeple çözüldüğü
sanılan problemlerin yeniden nüksederek daha da kronikleşmesine yol açması,
tıpkı öldürücü bir hastalığın engellendiği sevinciyle birlikte yeni birçok
hastalığın üremesi gibi!
“Karşılaşılan önemli yaşam
sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözülemez.” Einstein
Yanlışı
yanlışla çözebilme teorisi, yanlışın çözülmek istenmediğine bir kanıttır. Çünkü
yaratıksal bir aklın yanlışı çözebilmek gibi bir iradesi ne dün ne bugün ne de
gelecekte mümkün olmayıp, yaratıcının Etkin Aklı ve Mutlak İrade’si saf dışı
bırakılmadığı müddetçe de imkânsızdır.
Siyasilerin
yaşattıkları vahamet yetmiyormuş gibi ‘daha fazla özgürlük ve daha
fazla demokrasi’ çığırtkanlıklarıyla
nefisleri sınır tanımaz doruğa ulaştırıp topyekûn
suça azmettirme çabaları, insanların benliklerini okşamasından dolayı gelecek
felaketsi sonuçların idrakini önlemektedir.
Özgürlük,
suç demektir. Çünkü özgür bir nefis toplumu değil kendini düşünür. Demokrasi de
özgürlüğün siyasi bir terminolojisi olmasından arzulara ulaşabilmenin nefsi
anahtarıdır. Bu sebeple terörist, dinsiz, namussuz ve isyancıların yegâne
argümanı olan demokrasi, bir toplumun akıllarını karıştırıp mahvetmenin
kapısıdır.
‘Demokrasi’ ve ‘demokratik devlet’ kavramlarının ne olduğu ve
açıkça tanımlanmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü egemen ideolojinin
etkisine göre biçimlenerek; kimi zaman çoğunluğun, kimi zaman azınlığın, kimi
zaman da bireyin hak iddiasında bulunmasını meşrulaştırıyor ki, karmaşada böylesi
çarpık bir anlayıştan çıkmaktadır. Dolayısıyla demokrasi, her ne kadar halkın
özgürce aldığı kararlar olarak servis yapılsa da, demagoji yapanları ve
despotların elini güçlendirmektedir. Zaten dünyada ki gelişmeler, demokrasinin,
despotizmin manipüle edilmiş bir tezgâhı olduğunu kanıtlamaktadır.
Peki, ne yapmak gerekir ve nasıl
bir sistemle nefisler hapsedilip huzur ve güvene kavuşulabilir?
Kul olan bir varlığın dilediğini yapabilecek bir özgürlüğe
ulaşabilmesi mümkün müdür; demokrasi düşüncesiyle dilediği bir düzeni kurabilme
ve karar alma iradesine sahip midir?
Bir toplumda çoğunluk yaratıcıları olan Allah’a iman etmiş
ise, inkâr edenin rejimde söz hakkı olamaz ama adalet gereği her türlü
haksızlıklardan muhafaza edilirler. Eğer bir toplumda Allah’a iman edenler
azınlıkta ise, o toplumun bekası için İlahi kanunlar tebliğ edilmeli ve mücadelesi
sürdürülmelidir. Çünkü insan sadece kendinden değil komşusundan başlayıp
dünyadan da sorumludur.
Örneğin; Dans,
ilk defa Kanuni zamanında Fransa'da yapılmaya başlanmıştı. O zaman Osmanlı
İmparatorluğunun sınırları Avrupa’nın ortalarında idi ve Fransa'ya dayanıyordu.
Bu dans denen ahlaksızlığın yapılmaya başlandığını duyan Kanuni, zamanın Fransa
Kralına bir mektup yazdı. Kanuni'nin Fransa Kralına yazdığı tarihi mektup aynen
şöyleydi:
“Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Kanuni Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım rapora göre, memleketinizde dans adı altında kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında fuhuş amaçlı oyunlar oynatmakta olduğunu işitmiş bulunmaktayım. Hemhudut olmaklığımız dolayısıyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali muvacehesinde Name-i Hümayunum elinize ulaştığından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat Ordu-yu Hümayunumla gelip men'e muktedirim!..”
“Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Kanuni Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım rapora göre, memleketinizde dans adı altında kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında fuhuş amaçlı oyunlar oynatmakta olduğunu işitmiş bulunmaktayım. Hemhudut olmaklığımız dolayısıyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali muvacehesinde Name-i Hümayunum elinize ulaştığından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat Ordu-yu Hümayunumla gelip men'e muktedirim!..”
Nasıl ki bir kişinin yanılışı aileyi etkileyip töhmet altına
sokabiliyor, azınlığın yanlışı topluma tesir edebiliyor ve bir toplumun yanlışı
da diğer toplumlara hatta dünyaya kıvılcım olabiliyor ise, yaratan kim ise
O’nun hükümlerinin egemen olabilmesi adına insaniyet namına vahyi düzen tesis
edilmelidir. Beşerin nefsine göre düzenlediği helal ve haramlara değil Allah’ın
yaratıcı olması hasebiyle hükmettiği helal ve haramlara itaat etmek zorunludur.
Aslında her insan; yaratıcı mı yoksa yaratılanın mı düzen
kurmaya liyakatlidir muhasebesini yapmaya haizdir. Ne yazıktır ki nefsinin
arzularına sahip çıkamayan insanın ‘benlik’ hırsı, bu kadar basit bir
muhakemeyi dahi yapamamasına neden olmaktadır.
Yaratıcı Allah’ın koyduğu hükümlere karşı çıkan bir kişi
yahut toplumun asi düşünce ve davranışları ‘neden’ sorusuna açık bir yanıttır.
Sürekli şikâyet, isyan, bitmek tükenmez musibet, sıkıntı, kahır, kayıp ve daha
nice menfi olaylarla karşılaşan insanlar, neden özgürlüklerinin gereğini yapıp
da olumsuzlukları defedemiyorlar? Şayet
özgürlük ve demokrasi, acılara son veremeyip kötülükleri aşamıyorsa yaptırımı
nedir?
Ancak Allah, başa verdiği belâlarla birlikte sabır da
akıttığından, iman edenler ve hükümlerine boyun eğenler ne kadar kötü durumlarda
olurlarsa olsunlar, ‘beterin daha beteri’ var diyerek kesinlikle şikâyet,
intihar yahut isyana kalkışmayıp, “Allah bize yeter” itikatlarıyla metanete bürünüp
felaketlerin Allah’tan geldiği imanlarından dolayı mutlulukla karşılayabiliyorlar.
Şeriatın verdiği huzur, güven, mutluluk, hak ve adaleti
bilmemek başka bir şey, bilinmediği halde düşmanca kin ve nefret güderek karşı
çıkmak bambaşka bir şeydir. Yaratıcı Allah, yarattığı kuluna zulmeder mi yahut
haksızlık ve adaletsizliği mukim kılacak hükümler getirir mi?
1990 yılında Malezya eyaletlerinden biri olan Kelantan
başbakanının davetlisi olarak bir haftalığına görüşmeler yapmak üzere orada
bulunmuştum. Müslüman nüfusu %45 olup, geri kalan Hindu, Budist ve Hıristiyan
dinlerine sahiptiler. Lakin seçimleri İslam partisi kazandığından Kelanten,
şeriatla idare ediliyordu. Çok şaşırmıştım. Nasıl oluyor da nüfusu %45 olan
Müslüman olan bir eyalette şeriat hüküm sürebilirdi?
Merakla araştırmaya koyularak neredeyse her dine mensup kadın
ve erkekle görüşmeler yapmam sonrası aldığım yanıtlar, kişinin dininden,
ırkından yahut ideolojisinden ziyade huzur ve güveni önemsediklerini ortaya
koyuyordu. Çoğu alkolün, barın, pavyonun, kumarhanenin, hırsızlığın, cinayetin,
dolandırıcılığın ve kavgaların olmamasından duyduğu memnuniyeti dile getirerek;
eşlerinin zamanında eve geldiklerini, sarhoşluğun, aldatıcılığın, hırsızlığın,
cinayetin ve kutuplaşmaların doğurduğu kötülüklerle karşılaşmadıklarını ve
şeriatın yaşam biçimlerine müdahale etmeyerek huzur ve güveni sağlamasından desteklediklerini
belirtmişlerdi. Dolayısıyla şeriat nefislerde irkileme uyandırsa da pratikte
mutluluğuna doyum olunamayan bir rejimdir!
Düşünün ki, Hindu’suyla,
Budist’iyle, Hıristiyan’ıyla çoğunluğu elde eden bir toplum şeriattan memnun ama
Müslüman olduklarını iddia edenler şeriata karşı! Acaba kötü olan şeriat mı,
yoksa görünüşte insan olup da kalben sapık olanlar mı?
“Kalplerinde bir
hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüde mi düştüler? Yoksa Allah ve Resulünün
kendilerine karşı zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, işte
onlar asıl zalimlerdir.” Nur 50
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder