“Tanrı akıldır” rasyonalist felsefenin ateist dogmalı ürünü olan laiklik, Allah’a olan iman ve inancı reddedip, aklın üstünlüğünü kabul eden siyasi bir terminoloji olarak, “akıl, bilim ve çağdaşlık” aldatmacasıyla, vahiy ve Allah inancını ortadan kaldırma amacıyla manipüle edilmiş politik bir düşmandır.
Fransa’da laiklik, nasıl masonlara emanet edilmiş ve muhafazası sağlanmakta ise, Türkiye Cumhuriyetinin ilk kuruluşunda da masonlarca yaygınlaştırılıp devletin dokunulamaz temel bir ilkesi yapılmış, putperest Kemalistlerin despotik baskılarıyla vahye karşı bir silah olmuş ve olmaya devam etmektedir. Unutulmamalıdır ki iman ve inancın olmadığı bir vicdandan doğruluk, adalet, hoşgörü ve merhamet beklenmemelidir.
Laiklik, tanımı itibariyle evrensel ateizmin tüm doktrinlerini içerse de; toplumların din ve inançlarına göre devletlerce katı veya ılımlı bir yapılanma kazanabilmekte, özellikle Türkiye’de, Atatürk’ün ölümünden sonra kurulan Kemalizm dininin devleti ele geçirmesiyle amansız bir İslam düşmanlığı baş göstermiş, laiklik adına o kadar aşırı tepkiler cereyan edebilmektedir ki, Müslüman referanslı bir cumhurbaşkanın, başbakanının, bürokratın, hatta bir milletvekilinin veya eşinin varlığına dahi tahammül edilemeyerek, halka ve seçtiği iktidara meydan okunabilmektedir.
Laiklik; çıkış maksadından ve felsefi tanımından da açıkça anlaşılacağı üzere, vahyi yok etme gayesi taşıdığı ve yönetimden, yani siyasetten arındırmak suretiyle Allah’a iman etmiş toplumlara karşı tamamen taraflı davrandığı ve etkisizleştirdiği her ne kadar aşikâr ise de; “temel hak ve hürriyetlerinin garantisi, inançların güvencesi, özgürlüğün kapısı ya da çağdaşlığın başlangıç noktası” gibi yaklaşımları, tamamen yalan ve abartıdan ibarettir.
Müslüman bir toplumun laik bir devletçe idare edilebilmesi, şüphesiz eşyanın tabiatına aykırıdır, dolayısıyla ayrılıkların, sorunların, çatışmaların, istismarın ve istikrarsızlığın doğal bir müsebbibidir. Laiklik ilkesini tumturaklı sindiremeyen Türk halkının taptığı Allah’ın ilkelerini ve iman ettiği İslâm inancını, kurduğu devletinden koparamaz ve hilelerle engelleyemezsiniz. Çünkü devletin sahibi milletin ta kendisidir. Kemalist veya başkalarınki kadar, hatta çoğunluğundan ötürü Müslümanların da söz, hak ve yetkisi olduğu unutulmayarak; baskı, darbe, tehdit ve şantajların bir gün geri teperek aynısıyla karşılanabileceği düşünülmeli, herkesin kutsallarına saygı gösterilerek, devletin bir kesimce işgali, bedeli ne olursa olsun kesinlikle kabul edilmemelidir. Nasıl ki kendileri Müslüman veya başka bir dinde olmak zorunda değiller ise, hiçkimseyi laik veya Kemalist yapamazlar ve zorlayamazlar. Onun için laik ve Kemalist olmayanlara baskıyla and içeremezler ve tehdit uygulayamazlar. Şüphesiz boyun eğenler, ancak münafık oportünistlerdir...
“Kuvvet kimin eline geçirse, hâkim o’dur” gerçeği baz alınır ise; muhakeme edebilen her aklın aciz bir yaratığa değil, her daim gücü ve dilediği yaptırımı iradesinde bulunduran Yaratıcı Allah’a güvenmesi ve teslim olması gerekir.
Özellikle Müslüman referanslı politikacıların, iktidar olabilme uğruna inananları aldatarak laikliği savunabilmeleri ve laiklerle yarışırcasına sahip çıkma gayretleri dinin bozulmasına ve müminlerin dejenerasyonuna neden olmuş, böylece vahyin özü ve Kur’an’ın anayasal yapısı yitirilerek, ucube inançlar ve anlayışlar legalleşerek, hıristiyanların teslis inancı benzeri tanrılar çoğaltılıp, toplumlar önder yaratıklar adına kullaştırılmıştır.
Yaşamın gerçekleriyle örtüşmeyip sadece hipotezden müteşekkil demokrasi; ateistsi ve hıristiyansı bir “özgür irade” gütmesinden “Mutlak İrade”’ye karşı bir güç hale getirilmeye çalışılmış, ama hiçbir zaman galebe çalamayarak kaderin yazgısına üstün gelememiş, dolayısıyla ütopyanın düşsel ve hırssal atıl bir ürünü kalmaktan öteye gidemeyerek, iddiasını hiçbir zaman gerçekleştirememiştir. Ancak Young Deneyindeki yarım bardak suya sokulan kalemin kırık görülebilmesi misali sürekli yanılmışlar ve inatla gerçeği kabullenmek istememişlerdir.
Yaratıcı Tanrı’yı gökyüzüne yerleştirip, yeryüzü yönetimini tamamen yaratık insana devreden hıristiyan ve Yahudi inancıyla örtüşen demokrasi; kesinlikle İslâm’la bağdaşmamaktadır. Ayrıca İslâm’ın salt anlamı; Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız bağlılıktır. Laiklik ve demokrasi; “Mutlak İrade”’yi, yani Allah’ı değil, özgür iradeyi, yani insanı egemen kılan bir yönetim şekli olmasına rağmen, İslâm’ı kabul etmiş bir Müslüman, laikliği ve demokrasiyi benimseyebilir, takiye de olsa hazmedebilir mi?
Sırf İslâm dini ve medeniyetinin egemenliğini ortadan kaldırmak amacıyla yüzünü batıya çevirip çağdaşlık manipülasyonuyla laik Türk Cumhuriyetini kanlı devrimlerle kuran CHP, tıpkı Müslüman referanslı partilerin laikleşmesi gibi İslâmlaşabilmekte, ilke ve inkılâplarını çiğneyerek iğrenç politikanın ikiyüzlü argümanlarını kullanıp, aptal sandıkları Türkiye milletini sömürebilmektedirler. Hiçbirinin birbirinden ne üstünlüğü ne de alçaklığı olmadığı bir gerçeği yaşamakta, neyin doğru-neyin yanlış, neyin iyi- neyin kötü olduğu karmaşasıyla kirli bir bulaşık toplum meydana getirmektedirler.
Erdemliğin, dürüstlüğün ve ahlâkın zerresi olmadığı öyle bir politika güdülmektedir ki, kendini muhafaza edebilene aşkolsun…
Söze yada düşüncelere değil, bizzat yaşanılan gerçek hayat delil kabul edilmeli, olumsuzlukları ve belâları engelleyemeyen tüm anlayışlar çöpe atılmalıdır. Ölümü, hastalığı, savaşı, suçları, açlığı, yoksulluğu ve yaşanılan felaketleri önleyemeyen laiklik ve demokrasi; acaba gerçek yaşamda ne işe yaramaktadır? Öyleyse inanmanın ve savunmanın gereği nedir?
Ne zaman benliksel çıkarlar gömülür, erdemlik ve dürüstlük mezardan çıkarılırsa; doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü barındıran dünya anlaşılmış olur.
“Dünyayı yanlış okur da bizi aldatıyor deriz.” Tagore
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder