Hangisi daha tehlikeli sorusunu önyargısız ve kompleksiz muhakeme ettiğimizde; şüphesiz dahili hainlerin çok daha rizikolu olduğu kavranabilecektir. Efendilerine başkaldırabilen sadakatsiz İsrail’i doğrudan hedef almayı düşünürken, birden aklıma cani Ermenilerden özür dileyen ve destekleyen “namussuz aydın ve politikacılar” geldi.
Yüzlerce yıl önce lanetli yahudileri nasıl İspanya Kralı Ferdinand’ın elinden kurtarıp sahip çıkarak, besleyip adam etmiş isek, bizden sanarak içimizde hala semirtip şöhrete ulaştırmak suretiyle kalkındırdığımız sözde aydın hainleri de itibar sahibi yaptığımız gerçeğiyle; gerek milletimizin, gerek Dışişlerinin, gerekse Genelkurmay’ın notasal tepkileri, mutlaka içerdeki ihanetlere bağlı bir objektif yargıyla yapılmalı, aydınların özrünü destekleyen açıklamalarda bulunabilen başta cumhurbaşkanı olmak üzere milletvekillerinin tavırları, İsrail’in sözlerinden ötürü tek başına protesto edilmesini pek haklı çıkarmamaktadır.
İsrail hükümetinin açığa vuramadığı nefreti, görüldüğü yerde tutuklanıp savaş suçlusu olarak yargılanması gereken katliamcı komutan Avi Mizrahi vasıtasıyla uluslar arası bir arenada kusması, milletimize her ne kadar acı verse de, emperyalist ABD’nin, dolayısıyla İsrail’in hegemonyasındaki Türk devletinin içe yönelik cılız tepkisinden öte hiçbir yaptırımda bulunamayacağı açıktır.
Sanki işgal edip katliam yapmışız gibi, İsrail’in alçaksı iddialarının aynısını dile getirebilen “namussuz aydınların” kabul edilemez hakaretine ve ihanetine hiçbir ceza öngörmeyen devlet, İsrail’e veya Ermeni soykırım tezini savunup karar alan hükümetlere ne tepki gösterme, ne de hesap sorma hakları olabilir. Batılılaşmanın ve demokrasinin temel gereği; içerideki hür düşünce ve ifade özgürlüğü, neden dışarıda da olmasın ki?
İsrail’in ve Batılı devletlerin Ermeni soykırımı yalanını teşvik eden içerideki İsrailsi aydınlar ve politikacılar mükafatlandırıldığı müddetçe çok daha beter aşağılanma ve yaptırımlarla karşılanacak, dolaysıyla hem Ermeni, hem PKK, hem de Kıbrıs’tan dolayı öyle mahkûm olacağız ve sürüneceğiz ki; ortada ne bir Türk milleti, ne de bir devleti kalacaktır…
Bir millet için en zilletsi ve ölümcül olan; cesur, onurlu ve erdemli bir varlığın, politika ve diplomasi çarkında öğütülerek bataklıkta çırpınan bir devlete sahip olmasıdır.
Yahudiler, Kral Ferdinand’dan önce yaşadıkları İber yarımadasındaki (İspanya) İslâm İmparatorluğu döneminde, günümüz dünyası bir tarafa, İsrail devletinden bile daha rahat, güvenli ve özgür bir hayat sürmüşler, kendilerine her türlü destek sağlanarak, her alanda gelişmelerine ve kalkınmalarına geniş olanaklar getirilmiti. Bugün ise İslam dünyasına savaş açabilmekte, gaddarca Müslümanları katledebilmektedirler.
Gelin hep birlikte tarihi inceleyip, gerçekleri öğrenelim…
İspanya'daki yahudi varlığı çok eskilere dayanmaktaydı. Buraya gelen ilk yahudilerin Fenike kolonileri aracılığıyla yerleştiği belirtilir. Vizigot yönetimi altında da yahudilerin yaşadığı bilinmektedir. VIII yy da Kuzey Afrika'dan gelen Müslüman askerler ve sivil halkla yahudiler arasında bir gerilim olmamıştır. İber Yarımadası'nın tüm topraklarına yayılmış olan yahudiler, ülkenin İslâm İmparatorluğu'na dahil olması sonucunda, hıristiyanlarla birlikte, Zımmi (bir İslam devleti boyunduruğunda yaşayan, devlete karşı üzerine düşen görevleri yerine getiren gayrimüslim halka verilen addır) uygulamasına tabi olarak yaşamaya başladılar. Vergilerini verdikleri sürece onları görece bir biçimde serbest bırakan İslâm yönetimi, yahudilerin gerek ticarette gerekse de eğitim ve bilim alanlarında kendilerini geliştirmelerine olanak sağladı. İspanya'nın birçok metropolü, yahudilerin de katkılarıyla söz konusu alanlarda hızla gelişmeye başladı. Bu durum İspanya'nın, Yahudi Dünyası önünde bir cazibe merkezi olmasına yol açtı. Çeşitli ülkelerden buraya yahudi göçleri gerçekleşirken, süreç içinde İspanya, dünyanın en önemli yahudi merkezi olma unvanını Babil'in elinden kaptı.
İslâm ordularının saldırısıyla etkinliğini yitiren ve Kuzey İspanya'ya sıkışıp kalan "Katolik aristokrasi", zamanla kendini toplamaya başladı ve yine güneye doğru saldırılar düzenledi. İslâm yönetiminin zayıflamasına paralel olarak adada ilerleyen yönetim alanı, "Reconquista" (Endülüs döneminde İber Yarımadasındaki Müslümanların yarımadadaki varlıklarını ortadan kaldırma amaç ve çabalarına verilen addır. 1492 yılında son Endülüs devletinin yıkılmasıyla başarıya ulaşan Reconquista, İspanyolca da "Yeniden fetih" anlamına gelir) adı verilen bir süreçle genişliyordu. Yarımada artık XIV. yy itibariyle Endülüs İslam Devletinin elinden hemen hemen alınmıştı.
Eski toprağını tekrar ele geçiren Katolik otoritelerin ilk icraatlarından biri muhakkak bölgede bulunan yahudilerin "Hıristiyanlaştırılması" oluyordu ki, bu durum da aslında sonradan kovulmaya önemli bir sebep teşkil edecekti. Çünkü bu süreç "Yeni Hıristiyanlar" ya da "Konversolar" adı verilen yeni bir grubun ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Konverso, "Dönüştürülmüş, Dönmüş; Dönme" anlamlarına gelen bir kelimeydi ve Katolik dininden olmayıp sonradan kabul eden herkesi tanımlamak için kullanılıyordu. Yahudi kökenli Konversolar'a "Marrano" ismi takılmıştı. Marrano, (domuz) anlamına geliyordu. Bazı Marranolar, yeni dinlerini aynen benimsiyor ve eski inançlarını olduğu gibi bırakıyor, önemli bir kesim ise dışarıda Katolik görünmekle beraber, eski inanç ve pratiklerini gizli gizli devam ettiriyordu. Bu durum bir Kripto-Judaizm'in (siyasi inancını gizleyen siyonist) doğmasına yol açtı. Marrano lakaplı dönme yahudiler, çoğunlukla aralarından evleniyorlar, bu da toplum ve otoriteler tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Bu kesim, Kilise içinde de üst düzey örgütlenmelere giremiyordu. Tüm bu döndürme çabalarına rağmen yahudiliğin, hala etkili bir biçimde varlığını sürdürmesi XIV. ve XV.yy İspanyası'nda şiddetli bir anti-semitizm'in doğmasına yol açtı.
1469'da Kastilya ve Leon Kraliçesi I. İsabel ile Aragon Kralı II. Ferdinand evlendi. Böylece iki büyük gücün birleşmesiyle İspanya'daki İslâm aristokrasisinin tasfiye edilmesine yönelik son dönemece girilmiş oldu. Kendi kökenlerinde de yahudilikten bağlantılar bulunan İsabel, tam bir koyu Katolik'ti ve İspanya'nın Katolikleşmesi konusuna büyük önem veriyordu. Eşi Ferdinand'la beraber, kendisine gelen "Yeni Hıristiyanlar'ın gizli yahudilik faaliyetleriyle ilgili ihbarları ciddi bir biçimde ele alıyor ve takip ediyordu. 1478 de "Hıristiyan sapkınları bulma ve cezalandırma" amacıyla İspanyol Engizisyonu'nu kurdu ve başına tam bir yahudi düşmanı olan Tomás de Torquemada'yı getirdi. 1492'ye kadar geçen süreçte binlerce yahudi ve dönmeler, Engizisyon tarafından mahkûm edilerek yakıldı.
İspanya Müslümanları'nın Endülüs'te bulunan son kalesi Beni Ahmer Devleti, bu devletin de başkenti, aynı zamanda büyük bir yahudi cemaatini de bulunduran Gırnata’nın (günümüzde Granada), 2 Ocak 1492'deki düşüşünden üç ay sonra, Katolik yönetim, bütün yahudiler ile dönmeleri ülkeden çıkarma kararı aldı. Bunu duyan yahudi otoriteleri, hemen harekete geçti. Özellikle bu süreçte en öne çıkan şahsiyetlerden biri İberya'nın son yahudi büyüklerinden olan Don İzak Abravanel'dir. Aslen Portekizli olan Abravanel, İspanya'daki anti-semitizme karşı büyük mücadele vermekteydi. Bunlardan en dikkat çekeni ise Malaga'da dinleri değiştirilmeye zorlanan yahudileri, bazı kaynaklara göre 20,000; bazı kaynaklara göre de 30,000 İspanyol altını ödeyerek kurtarmasıdır.
Abravanel, anlatıldığına göre; kararnamenin iptali için 600,000 duka altını vermeyi önerdi. Torquemada, buna tereddütle de olsa ılımlı yaklaşan Ferdinand'a Yahuda'nın İsa'yı para karşılığında ihbar etmesi kanıtını örnek göstererek; İspanya'da kalabilmek için para teklif eden yahudilerin yine para karşılığında krallarına ihanet edeceklerini öne sürdü ve böylece kralı, yahudiler'in en son umudu olan bu tekliften de vazgeçirdi. Bunun ardından ferman, 31 Mart 1492'de I. İsabel ve II. Ferdinand tarafından, geçmişte İslâm devleti olan Endülüs’ün yaptığı Elhamra Sarayı'nda imzalandı. Kararnamede uygulamanın sebebi Yahudilerin, iyi hıristiyanları kendi kutsal inançlarından döndürmeye çalışmaları olarak belirtiliyordu. Bütün yahudiler, hangi yaş ve cinsiyetten gelirse gelsin buna uymaya zorunlu kılındı. Yanlarına altın ya da gümüş eşyalar almaları yasaktı. Ülkeyi terk etmeleri için tanınan süre dört aydı. Bu sürenin dolmasına rağmen, ülkede kalanlar olursa idam edileceklerdi. Aynı şey yahudileri evlerinde saklayanlar için de geçerli olacaktı. Kararnameyle ilgili ilginç bir rastlantı da, İspanya'dan son çıkış tarihi olan 31 Temmuz'un yahudiler'in matem ve oruç günü olarak kabul ettikleri Tişa beAv'a denk gelmesiydi. Tişa beAv, Kudüs'te bulunan Beth Amikdaş'ın M.Ö. 580 ile M.S. 70'deki yıkılışının tarihiydi.
Kararnamenin ilanının ardından yahudiler hızla Kuzey Afrika'ya, özellikle de İslâm ülkesi Magrip'e geçmeye başladılar. Önemli bir kesim de Portekiz'e geçerken, Hollanda ve İngiltere'ye yönelenler oldu. İskandinavya'ya gidenler de vardı. Osmanlı Türkiye'sinden ise yahudilere iş ve vatandaşlık hakkı tanındığı haberi gelmişti, ama Türkiye uzaktı. Buna karşın özellikle elit diplomat, zanaatkar, tüccar, bilim insanları ve din bilginlerinin başını çektiği sayıca önemli bir ekip Türkiye'ye yöneldi.
Portekiz'e geçenler, önlerindeki beş yıl içinde daha acı süreçlerle karşılaşırken, Kuzey Afrika'ya geçen birçok kafile çöllerde vahşi hayvanlar ya da doğal koşullar dolayısıyla telef oldu. Hollanda, İngiltere ve Türkiye'ye gidebilenler ise en şanslılardı. Süreç içinde yaklaşık 200,000 kişi İspanya'yı terk etti. Bir yıl sonra da 1493 de II. Ferdinand'a ait olan Sicilya topraklarından yaklaşık 30,000 yahudi atıldı.
Yahudiler'in İspanya'dan kovulması deneyimini 1497'de de Portekiz geçirdi. Portekiz Kralı I. Manuel, Aralık’ta yayınladığı kararnameyle; yahudilere dinlerini değiştirme ile ülkeyi terk etme arasında bir seçim yapmalarını emretti. Dinini bırakmak istemeyen ve can güvenliğinden endişe duyan birçok yahudi, ikinci şıkkı tercih etti. Böylece XII.yy'da İngiltere'nin başlattığı, XIII. yy'da da Fransa'nın devam ettirdiği Batı Avrupa'nın yahudilerden temizlenme süreci büyük ölçüde tamamlanmış oldu. Portekiz'i İspanya'dan ayıran bir özellik de, aynı yıl bütün Müslümanları da ülkeden kovması oldu.
Kararnamenin ilan edildiği yıl olan 1492'de, yine I. İsabel'in finansmanıyla batıya doğru giderek Hindistan yolunu arayan Kristof Kolomb, Amerika'yı keşfetti. Avrupa'dan bu yeni kıtaya göçler başladı. Hollanda ve İngiltere'ye geçen yahudiler arasından bir kesim de bu göç dalgasına katıldı ve kıtadaki ilk yahudi cemaatleri Sefaradlar, yani İspanyol ve Portekiz asıllı yahudiler tarafından başlatılacaktı.
Dikkatle irdelendiğinde; Müslümanlar ve İslâm devletleri tarafından sahiplenilen ve korunan yahudilerin Müslümanlara karşı olan ezeli düşmanlıkları, apaçık bir ihanet ve insan olmadıklarına bir kanıttır. Türkiye’de “Sabetayist”, Avrupa’da ise “Konverso” olarak tanımlanan yahudi dönmeleri, yaşadıkları ülkeyi ele geçirebilmek için dinlerini değiştirebilmekte ve amaçlarına ulaşabilmek için ellerinden geleni ardına koymayarak, her türlü kötülüğün, fitnenin ve gerginliğin bayraktarı olabilmektedirler. Bu sebeple kendilerine "Marrano", yani “domuz” benzetmesi yapılarak, yaşadıkları her yeri kirleten bir “pislik” muamelesine muhatap olmuşlar ve olmaktadırlar. Ancak Müslümanlar, Avrupalılar gibi düşünmeyerek onlara insan muamelesi yapmış ve içten içe fıtratsal domuzluklarından vazgeçmeyerek, amansız hainliklerine devam edip, dünyaya hükmeden devletlerimizi yıkabilmiş ve hunharlıklarından asla vazgeçmemişlerdir.
Avrupa’daki dönme “Konverso”’lar, nasıl “Hıristiyan sapkınlar” olarak tanımlanıyor ise, Türkiye’deki “Sabetayistler” de, “Müslüman sapkınlar” dır.
Yahudiler onursuzdur ve onlar için her şey paradır. Hz.İsa’yı para karşılığı ihbar eden yahudiler, sıkıştıkları anda veya aleyhlerindeki herhangi bir tehlikeyi bertaraf edebilmek için insanları ve iktidarları ya para ile satın almaya çalışır, ya da ekonomik veya asketi şantaj ve tehditlerle korkuturlar. Geçmişte olduğu gibi günümüzde dahi bunun birçok örneğini görebilmekteyiz. Ancak paraları ile Sultan Abdülhamit’i satın alamadıkları gibi, Kral Ferdinand’ı da satın alamamışlar, “İspanya’da kalabilmek için para teklif eden yahudilerin, yine para karşılığı krallarına ihanet edebilecekleri” öngörüleri ile, Kral Ferdinand’ı etkileyememişlerdi.
Günümüzdeki herkesin ve devletlerin de temel almaları gereken bu “altın görüş”, asla hafızalardan çıkarılmamalı, gerek yahudi, gerekse dönmelerine hiçbir şart ve koşulda güvenilmeyerek, mutlaka düşmansı bir uyanıkla takip edilmelidirler.
Biri de olsa, yahudinin yaşadığı her ülkede, mutlaka huzursuzluk, gerginlik, ihanet, fitne ve karışıklık vardır. Çünkü onlar insan değil, “Marrano”’durlar…
Türkiye başta olmak üzere; ne zaman dünyadaki hükümetler, halklarının değerlerini, onurlarını ve bağımsızlıklarını yahudilere peşkeş çekip paraya tahvil etmezler ise, muhakkak küresel barış sağlanacak, hak ve adalet hakim olacak, tüm gerginlikler, işgaller ve katliamlar son bulacaktır.
15 Şubat 2009 Pazar
Hangi İsrail; dahili mi, harici mi?
Etiketler:
İspanya,
İsrail,
Kral Ferdinand,
Mehmet Ali Şadoğlu,
Müslüman Türkiye,
Osmanlı,
Portekiz,
Sabetayist,
Yahudi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder