Batılın fışkırttığı ilkelerle beslenen
politika insanları öyle sömürdü ki, adil bir yönetim olan siyaset, politikaya
peşkeş çekilmek suretiyle nefse galebe çaldırılmış; böylece manipülasyonlarla hak
ve adalet doğranarak altüst edilmiştir.
Siyaset; devleti, dolayısıyla halkı
yönetme erdemliği olup, insanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, eşit
hukuku, önce halkını sonra kendini güvene almayı; halkının değerlerini koruyup
gözetmeyi, güce ve makama göre kayırmamayı; suçlulara hak ettikleri cezayı
vererek toplumu mal ve can tehditlerinden korumayı; zalimlere karşı celalli,
mazlumlara karşı lütufkâr olmayı, haksızlık karşısında aleyhine dahi olsa
adaletle hükmetmeyi; kendinden ziyade emri altındaki toplumlar için
kaygılanmayı; özü muhafaza edip yabacılaşmamayı; halkına karşı sultalaşmamayı; her
şart ve koşulda vahyi referans almayı ve asla saltanata meyletmemeyi emreder.
Siyaset, kısaca yaşamın bütünü, suyu,
nefesi ve ruhudur. Siyasetin olmadığı bir toplumda ne düzen ne birlik ne güç ne
adalet ne huzur ne de dirlik olur. Başta Hz. Muhammed olmak üzere tüm
peygamberler en mükemmel devlet adamları olarak adaleti siyasetle başarmış; düşünce
ve davranışlarıyla örnek olmuş, aleyhlerine dahi olsa kıl kadar haksızlık ve
adaletsizliğe izin vermemişlerdir.
Seküler, yani vahyi reddeden laik
düşünceler dini siyasetten baskı ve hileyle arındırsalar da, ruhun bedenden
ayrılması misali ölü olmalarından aydınlık saçamamakta; böylece karanlık,
kötülük, entrika, haksızlık ve adaletsizlikler egemen olmaktadır.
Allah, dinler
arası hoşgörüye, hürriyete, tahammüle ve yardımlaşmaya hükmetmiyor da,
seküler-laik düşünce mi sağlıyor?
Her ne kadar yasa yapıcı politikacılar
yalancı iseler de, asıl günahkârlar seküler-laik rejimleri sindiren ve mücadele
etmeyen toplumlardır. Yaratıcı’yı ve kurallarını benliksel gerekçelerden
reddeden laik rejim, nefsi bir iktidarlık peşinde koşmaktan insanları felakete
sürüklemekte; dolayısıyla insanlığı ve adaleti tüketen her türlü düşünce ve eylemleri
kolayca etkileştirmektedir.
İslami rejim ile
seküler-laik rejimler objektif kıyaslandığında görülecek odur ki; özgürlük
adına yaratıcı ALLAH’a kulluk yapmaktan kaçınanların, seçilmiş insanlara yani
kula kulluk yapılmasına çağdaşlık adıyla manipüle edilmiş olunmasıdır. Bu
durumda ALLAH’a kulluk yapmak mı bir özgürlük yahut medeniyettir; yoksa beşere
esir düşülerek kulluk yapmak mı? Sonuçta her iki tarafta yasalarıyla hüküm
sahibi iseler; yaratıcı mı ya da yaratığa mı kulluk akılcılıktır? Dolayısıyla
önyargısızca muhakeme edildiğinde; hak ve adaleti gözeticinin nefsin değil
Allah’ın kuralları olduğu aşikârdır.
İster kapitalist isterse sosyalist
olsun seküler-laik yapılarda Allah adına değil nefis adına anayasa yapılır. Dolayısıyla
toplumların istek ve düşüncelerine göre yapılan yasalar doğrudan Allah’ın
indirdiği yasalara meydan okumadır. Ama buna rağmen yazılmış kader yani
kabulüne yanaşılmayan ‘o kitap‘ her şart ve koşulda üstün gelmekte;
seküler-laik yasaların ne düzeni ne de vaatlerini yerine getirememiş olmasından
değişimi sürekli mecburiyet doğurarak hem yanlış sürdürülmekte hem de insanlar
aldatılmaktadırlar.
Din dışı seküler-laik devlet
düzenlerinde tanrı insandır! Çünkü hâkimiyet kayıtsız-şartsız halka yani beşere
dikta edilmiştir. Toplumların Allah inancı kulakları aşıp kalplere inmediğinden
söz konusu düzenler sindirilerek varlıkları sürdürebilmekte; böylece insanlar
kendi kendilerine yaptıkları zulümde sınır tanımamaktadırlar.
Vahyi hükümler siyaseti; seküler-laik
hükümler politikayı üretir. İnanç ile iman ve ruh ile beden nasıl farklı
kuvvetler ise, ruhu temsilen siyaset ile bedeni temsilen politika da
farklıdırlar. Dolayısıyla adil olabilmesi imkânsız seküler-laik politikayla
yönetilen halk öyle acımasız bir sömürüyle karşı karşıyadır ki, diri diri toprağa gömüldüklerinim farkında
bile değillerdir.
Aslında
dünya, nefsi tatmin; ahiret ise ruhu tatmin üzerine kurulmuştur. Bu sebeple
nefsi tatmin için politika; ruhu tatmin için siyaset vardır.
Üstünlük ve faziletleri Allah katından
değil de nefisten uman insanın şeytani düşüncelere meyletmesi, aldatılarak
batıla sapmasına yegâne sebeptir. Bu
yüzden fani dünyanın nimetlerine öyle aldanmıştır ki, ne Allah’ı ne
peygamberlerini ne anayasası olan kitabını ne de göç edecekleri ahiret yurdunu tanımaktadırlar.
Tamamen nefsi olan seküler-laik
politikayı güden ve uyanlar bilmelidirler ki, ahirete göç etmeleriyle birlikte
Allah huzuruna ‘hain’ olarak çıkacaklardır. Öyleyse dünyada sahip olunan bir
şey ölümle birlikte yitiriliyor ise, o şeyin bir övüncü ve faydası olabilir mi?
Anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az bile…
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun?
Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44
“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün.
Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazabetmiştir ve
onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar!” Maide
80
“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının
aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak!
Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur'an ile
nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır,
ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul
edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar)
yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için
kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” En’am 70
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder