Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden,
sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte,
etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel,
sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği
meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan
ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden
olan her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya
göksel mazeretlerdir.
Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları
programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan maddeye fiziksel işlev kazandırmaktadır.
Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak
düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve beşeri hiçbir katkı veya müdahaleye
izin verilmemektedir.
Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem, Mutlak İrade’ce
önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak etkileşmekte
ve kadersel düzen, kendi mecrasında akışına devam etmektedir.
İnsanın vahye veya fiziğe olan inancı iradesel değil
kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla
örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması,
insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü
bulunmayışındandır.
Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca
elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine
inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi
olmadan herhangi bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığını düşünür.
Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Beyin psikolojisinde ise, bilim,
üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal,
rasgelesel, yani tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme
etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul eder.
Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız
bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade,
dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı bulunabilen mutlak bir
güç olarak tanımlanır.
Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık
içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır,
birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla paradoksal anlayışlar, dinler,
mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında, herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya ve
zaman tektir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar, bu tür
anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez ütopik tartışmalara itibar etmez, ancak
inandıkları "o kitap"ın
takdir ettiği zaman ve mekân dahilinde gereğini yaparlar.
Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı
olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği
ortadayken, tartışmanın hiçbir sonuç getirmeyeceği de aşikârdır.
Yaratıcı’ya kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i
iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki
kanıtlar dikkate alınmaksızın düşler deryasında devam eder. Fiziksel veya
duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan ve
hisseden insanoğlu; nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere,
keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere
zemin hazırlayan sebeplerle değişebiliyor?
Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve
düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle,
rasyonellik, laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılacak anayasal
düzenlemeleri meşru sayan ulus veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz,
açık veya gizli ateisttir. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına
ve dinine inandıklarını iddia etseler de, bağlı oldukları anlayışlar ateist
köklüdür.
Ateistler, diğer bir ifadeyle seküler-laikler, düşünsel
ve fiziksel davranışları doğrultusunda elde ettikleri başarı veya kayıplara tek
etkenin mantıksal "beyin ve irade"leri olduğuna inanırlar. Müminler
ise, işlerini yöneten ve yönlendirenin Yaratıcı olduğuna inanmalarına karşın,
kötü fiillerde Allah’ı sorumlu tutmaz ve birden bire ateistçe düşünüp bütün
sorumluluğu kendilerine yüklerler. Elde ettiği bir kazanım karşısında Yaratıcı’ya
şükreden bir mümin, olumsuzluk veya kötülük akabinde lanet yağdırır.
Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle
irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma,
beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta; zihinsel ve bedensel özgür anlayışın ve
iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da
kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kölelik, yönetme ya da yönetilmede
sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır, ya da daima insandır.
Din otoriteleri öyle bir tablo çiziyor ve yorum yapıyorlar
ki, bir taraftan Allah bütün gücüyle etrafa iyilik, doğruluk, adalet ve bereket
dağıtmaya çalışırken, insanoğlu hem kendine hem de başkalarına zarar vermekle
meşgul olup kötülüğü hâkim kılmakta; dolayısıyla Allah’ın rahmetini lanete
çevirerek Mutlak İrade’yi mağlup etmekte ve şeytanı galip getirerek O’nu acze uğratmaktadır.
Allah referanslı Hıristiyan ve Yahudiler "özgür
irade"yi, Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli
irade" ikilemiyle yaşamla örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda
bulunarak, ‘Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar.
Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür,
değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden
vahiysel dinin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal
düzene hakim olmadığını ve yalan söylediğini düşünen sekülerizm, mantıklı ve
tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında
mantığa ulaşırlar. Her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de! İlâhiyatçılar, bazen
"İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Tanrı
özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı,
Allah mı?!?
Eğer başarabilirsen, çabuk ikna olma, nedenleri araştır
ve karşındaki kim olursa olsun onu sorgulamaktan asla vazgeçme ki, her düşünce
ve olayı gerçeğin süzgecinden geçirebilesin.
İnsana insan değil de neden yığın demişler biliyor
musunuz; elleriyle inşa ettikleri oyuncaklarını kıran, övündükleri güç ve
teknolojileriyle birbirlerini katleden, aldatan, tecavüz eden, sömüren ve
dolandıran aptallar olmalarından; gururlanmaktan, süslenmekten, övülmekten ve kırıp
yıkmaktan başka bir şey bilememelerinden. Çünkü özgür değil köledirler. Unutmayınız
ki, yakınlarınız, sevdikleriniz, dini ve siyasi liderleriniz, tıpkı düşmanlarınız
gibi size hainlik etse, davanızı çürütmeye kalkışsa veya sizin “gerçek”
bildiklerinizi ortadan kaldırmak, gerçeği yok etmek ve sizleri Mutlak İrade’ye boyun
eğmekten alıkoymak istese de, eğer başarabilirseniz, onlara asla aldırış
etmeyin, hilelerine kanmayın ve ulumalarına kulak tıkayıp karşılarında dik
durun. Biliniz ki, yaratıcılarına nankörlük ve hainlik edenin hilkatteki
eşlerine dürüst ve sadık olabilmeleri mümkün müdür?
Eğer yapabilirseniz, siz onlara değil, yalnızca gerçeğe
bakınız! Ve unutmayınız; sizlerin asıl ve temel göreviniz, beş dakika sonrası
meçhul olan yaşadığınız bu yalan dünya değil, her an intikal edeceğiniz sonsuz
ahiret hayatı olmalıdır. Yalanların değeri karşısında gerçeklerin değersizliği,
içinde yaşanılan dünyayı zorunlu kılıyor. Ne kadar güçlü olursanız, mutlaka o
kadar zafer kazanırsınız, ancak bu güç fiziki değil ruhsal olup, kazanan da, başaran
da siz olmuyorsunuz.
Yaşanılan hayatta; hiç kimse düşünce ve arzularını dilediği
gibi hayata geçirememekte, hata ve yanlıştan kendini alıkoyamamaktadır.
Bilimsel teoriler, düşsel hurafeler ve politik vaatler zaten kendi kendini
elimine etmektedir. Eğer göze görünen veya görünmeyen şeylerin kendiliğinden
mi, özgür iradelerden mi, yoksa kadersel düzenin mutlak programından mı oluştuğu
sorgulansaydı; aldatılmaktan, sömürülmekten, kula kul olmaktan ve ihanetten kurtulur;
“hiçleri”, ancak o zaman hiçsel değerleriyle
yargılayabilirdiniz.
Hiçbir beşerin bir başka yaratığı yüceltemeyeceği,
alçaltamayacağı ve hiçbir yere getiremeyeceği ortadayken; neden aksi düşünülerek
ısrar ve inatta bulunabilinmektedir?
“Gökte ve
yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” Neml
75
Beterin beterinin yaşandığı kadersel evrende, sabırdan
daha yüce ve erdemli hiçbir şey yoktur. Keşke “o kitap”ta hiçbir şey yazılı
olmayıp, iddia edilen özgür veya cüzi iradeler olsaydı da, herkes dilediği
kendi yolunu kendi çizebilseydi.
Başkalarını önemseyerek onları "bilge-tanrı" yapan insan, neden kendini tanıyarak "bilge-kul " olmuyor ki?
Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi,
ancak ruhun bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında akılcı
teoriler, düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürmeli,
dolayısıyla özgür iradeyi egemen kılmalıdır. Ruhsuz bir beden nasıl çürüyor
ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir kâinatta kurak bir çöle dönüşür.
Etkileşmeyi doğuran sebepler her ne kadar fiziksel
özellik taşısa da, onları doğuran, olgunlaştıran ve güden faktörün ruh olduğu
muhakkaktır. Hiçbir cisim enerjisiz hareket edemez. Bedene hayatiyet ve işlev
kazandıran ruh, maddeyi ve tabiatı da canlandırarak şekillendirmekte ve yaşamı
kolaylaştıran bilimin üremesini tetiklemektedir. Her türlü bilgi ve olay mutlak
iradenin dürtüsüyle oluşmakta ve sonrakileri etkileyerek bir bütünlük içinde
gelişmesini sürdürmektedir.
Bilgi işlem ve idare merkezi olduğu iddia edilen beyin ile
hareketi sağlayan özgür iradenin duyguları bastıramaması, denetleyememesi ve
etki altına alamaması, özgürsel ve egemensel hesapları altüst etmiştir.
Allah referanslı Hıristiyan ve Yahudi ilâhiyatçılar,
Allah’ın gökyüzüne yerleşip yeryüzü yönetimini beşere bırakmasıyla ilgili
itikatları doğrultusunda mutlak iradeyi, yani kaderi kökten reddedip, özgür
iradeyi savunarak insanoğlunun egemen bir gücü, dilediğini yapabilecek ve
seçebilecek iradeleri bulunduğunu iddia ederler.
Semavi dine mensup olduğunu söyleyenlerin iradesel
özgürlük adına vahye karşı bilimi, yani aklı ve fiziği üstün kılarak insanı
egemen bir güce kavuşturma çabaları, maddesel fiziğin cazibesel yanılgısından
ileri gelmekte, dolayısıyla şeytan misali benliklerini yüceltmelerinden, Yaratıcı
ile aynı tahtı paylaşmakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Hâlbuki egemen
hiçbir varlık, din ve anlayış, yönetim hakkını bir başkasıyla paylaşmaz,
devretmez ve yetki vermez. Bu, egemenlik hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz
temel bir kuralıdır
Vekâlet,
ancak yönetmek ve denetlemekte aciz olanların ihtiyaç duydukları bir yetkidir. Üstelik
Yaratıcı’nın yaratığı ile iktidarı paylaşabilmesi veya cüz’i de olsa ona bir
hak tanıyabilmesi, nasıl bir mantıkla özleşebilir?
“Yeryüzünde
bulunanların çoğuna (inanacak) uyacak olursan,
seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz,
yalandan başka (söz) de söylemezler.”
En’am 116
“Bununla
beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar. Sakınılmaya lâyık olan da O'dur,
mağfiret sahibi de O'dur.” Müddessir 56
“Eğer biz
onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp
karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat
çokları bunu bilmezler. “ En’am 111
“Sizler ancak
Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz.
Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.”
İnsan 30
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder