Çünkü gizlenebilmesinin
başkaca yolu yoktur.
Bir
nutfe yani pis bir sudan yaratılan insan, yaratılışına ve fıtratsal kulluğuna
bakmaksızın yaratıcısına karşı öyle kibirlenir ki, ya bedensel ya fikirsel ya
bilimsel ya da maddesel süslemelere bürünmek suretiyle nefislerine göre
geliştirdikleri donanımlarla öyle had aşarlar ki, hem kalıcı olmayan tadilatlarla
benlik güder hem de özgürlükten dem vurarak yaratıcı kesilir.
Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem,
fiziksel görüngü, teori, felsefe, aldatma ve çağdaşlığın ilk merkezidir. İnsanın
temel oluşumunda, ruhunda, hastalığında, rızkında, ölümünde, kaderinde ve yaşam
sürecinde dilediği ilerlemeleri kaydedemeyen krallar veya politikacılar,
debdebeyi şiar edinerek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini
pekiştirebilmek için, fikir üretmeleriyle birlikte mimarlık alanında önceliği
ele almak suretiyle yenilikler yaptılar.
Bu şekilde ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla
süslemeye aşırı önem verildi. Fikirler kadar gösteriş, lüks ve konfor merakıyla
zihinler ve yapılar değiştirildi. Ancak her şey, her ne kadar başkalaştırılmaya
çalışılsa da, tıpkı süslü bedenlerin leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle
yerle bir olduğundan, tanrısal gösterişleri kesintiye uğradı.
Kulluğunu reddeden insan, tanrısal güçte olduğunu kanıtlayabilmek
adına ihtişama, azamete ve gösterişe fevkalade önem vermiş; böylece hilkatteki
eşlerini etkilemeye çalışarak yaratıcılarından yüz çevirmiştir.
O gün ki, gösterişin adı ve gücü nasıl bir uygarlık idiyse,
bugün de aynıdır. Değişen sadece lügat, düşünce, bilim, konfor, aksesuar, süs,
boya ve makyajın cinsi, markası, kimyası, görüntüsü ve fikirsel çeşitlerdir. İşte
çağdaş olarak övünülen ve insanların etkilenmesine çalışılan olgu, yaratıcının
sözüne karşı geliştirilen sözlerdir.
Aslında çağdaşlık, sözde yaratıcı olabilme vasfına
ulaşılan bir “sanal tanrılık” tır.
Çağdaşlara göre; gerçek dünya yani kaderle ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”;yaratıcıdan
bağımsız beyin hücrelerinin çalıştırılmasıyla elde edilen bilgi ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmektedir.
Oysa her iki halde de kul yani yaratılmış olan insan, yaratıcısının güdümü
altındadır. Kanıtı ise yaşanılan hayattır.
Yaldızlı ve süslü laflarla iğfal edilerek gerçekçilikten
koparılıp sanallığa itilen insan, bizzat yaşayıp tecrübe edindiği dünyayı da
muhakeme edememektedir.
Dünya, kötülüğün her türlüsüne sahip inanılmaz entrika ve
suçların işlendiği olaylar bütünüdür. Ama seküler benliksel yani çağdaşsal
anlayışlar, bilimsel, dinsel, sosyal ve siyasal alanda öylesine etkin kılınmış
ki, bir sabah uyanıldığında damarların uyuştuğu, vücudun titrediği ve kalbin
yerinden çıkarcasına fokurdadığı hissedildiğinde; gerçek dünyanın ne kadar
çirkin, hain, acımasız ve aldatıcı olduğu anlaşılıp sorgulanmaya başlanır; böylece
çağdaşlık adına dayatılan pembe hayallerle süslü âlemin sanal değil, gerçek
olduğu idrak edilir.
Sanal insanın sadece biyolojik bir varlık olduğu
iddiasıyla Allahsız bir beyni ve ruhsuz bir fiziği kabulüyle özgür ve egemen
olma hezeyanı kendisini öyle körüklemiş ki, ateşi kucaklamaya mahkûm olmuştur. Edindiği süslemelere güvenerek yaratıcıyı ve
ruhsal varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmesi gerçeği kavrayabilmesini
engellemiş; dolayısıyla kendisinin de ne olduğunu bilmediği “bilinçaltı” gibi zihnin bir bölgesince
üretilen hipotezler olarak değerlendirmesi zorunlu kılınmıştır. Hâlbuki yaratıcının
güdümünde yaşanılan gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit
olunmasına rağmen, benlikten fışkıran ısrar ve inat, yine de gizlenmeye yeterli
olamamaktadır.
İşte insan, benliğinin tanrısal kompleksinden ötürü
aldatma, görüntü ve rahat yaşamdan ibaret süsten öte mutlak bir yaptırımı
olmayan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri müthiş ve ezeli bir uygarlık ve
iradesel bir yaratıcılık olarak algılamış; tıpkı bir askerin rütbeyle
ödüllendirilip terfi edilmesindeki duyduğu heyecan ve gurur misali
sevinebilmiştir.
Oysa karşı çıktığı kulluğu ve yazılmış kaderini etkileyerek,
yaşamını olumlu kılabilecek ve her türlü olumsuzluklardan arındırabilecek
hiçbir gelişmeyi başaramamıştır. Ki, insanın iradesel bir başarısının değer
taşıyabilmesi, üç temel şeyden en az birini başarabilmesiyle mümkündür.
Ölümsüzlük verebiliyor
mu; yaşam garantisini yani eceli tayin edebiliyor mu; yaşam boyunca sürekli sağlıklı kalıp hiç
hasta olmamayı teminat altına alabiliyor mu?
Öyleyse
yaratıcısına meydan okuyabilecek bir kibrin değiştirdiği nedir?
Övündüğü hatta tanrılaştırdığı aklıyla, bilimiyle ve
teknolojileriyle süsten öte ne gerçekleştirdi? Şeytanı temsilen benliğinin
onurlanmasına, gururunun okşanmasına, kendisini üstün gören kibrinin alevlenmesine
ve sadece görsellikten ibaret olan süs ve debdebeyi dahi çok kısıtlı bir alanda
gerçekleştirip kalan çoğunluğu karanlıkta bırakan insan, neyiyle çalım
atabilmektedir? Her ne kadar insan için görünüş her şey demek ise de,
yeryüzündeki nüfusun kaçı, dilediği görünüşe sahip olabilmektedir?
Aristo der ki; “Çok süslenenlere bakın, hepside gizlenmek istiyordur.”
Gururunu tanrı edinmiş insan, fiziksel
beyninin benlikte oluşturduğu yaratma dürtüsü ve kompleksiyle ateist köklü
seküler-laik düşünceleri azdırmış, dolayısıyla vahiysel din, ya doğrudan ya da eğilip
bükülerek yani ılımlaştırılarak düzenden koparılmıştır. Hıristiyanlar,
Yahudiler ve Müslüman kimlikler de bu akışa kapıldıklarından dolaylı olarak
ateistleşmişler; böylece aynı kulvardaki akıntıda sürüklenmişlerdir.
Kıl boyasını keşfeden bilim adamı George
Washington Carwer, Allah’a olan inancıyla tanınır ve tüm konuşmalarında konuyu
Allah’a olan derin bağlılığına getirirdi. Atlanta dergisiyle yaptığı bir
röportajında, kendisine bulduğu “kıl boya” ile ilgili bir soru yöneltildiğinde
şöyle cevap vermişti. “Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını
insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil.”
Yaratıcı Allah ı, kaderi, ruhu ve
yaratığını anlayabilme idrakine erişememiş toplumların içinde bulundukları
ikilem ve karmaşa, her şeyin maddeden ve fizikten ibaret olduğu yanılgısını
doğurmuş; böylece fiziki bir tanrının ihtiyacına gerek duyularak seçilen
beşerler idolleştirilmiştir.
Seküler-laik insanların tanrısı beyni yani
aklı olduğundan birbirlerine karşı üstünlük taslamakta; gurur, kibir ve azamet
içinde böbürlenerek ahkâm kesmekte; yaratıcılık ve egemenlik kompleksine
kapılarak mutlak iradeye meydan okumakta; nefis hâkimiyetli düzenleri inşa
etmekte; iradelerini hâkim kılabilmek amacıyla arşa yerleşebilecek düzeye
yücelebilmenin yollarını aramaktadırlar.
Aslında insan için lüzumlu olan hiçbir
gizliliğin yaşanmadığı dünyada o kadar çok örnek olmasına rağmen, hâlâ kaderin
değiştirilebileceğini düşünmek anlaşılabilir gibi değildir. Çünkü insan bir
yaratıcı değil, yaratılandır. Gerçeklerden ısrarla kaçan, nefret eden ve
gizlenmeye çalışan insanoğlu, yaşam felsefesini, süs ve görüntü üzerine inşa
ettiği düşünceye, bedene yani maddeye yoğunlaştırmakta; dolayısıyla aşağılık ve
bencillik kompleksinden hiçbir zaman kurtulamamaktadır. Bilimsel yaratıcılık
iddiası da bu kompleksin sonucu olarak görselliği doğurmuş ve her şeyin üstünde
tutulmuştur. Öyle ki, diriyken
yaptıkları kâfi gelmiyormuş gibi, öldükten sonra dahi görüntüye önem
verilebilmekte, cesetler süslenerek fiziksel güzellik ve güç gösterisine devam
edilebilmektedir. Ne için ve kime karşı?
İnsanda sürükleyici güce sahip bir inat
ve itiraz duygusu vardır. Bu benliğin tesirine kapılan insan, kanıtlara ve
yaratıcı Allah ın haklı olduğunu bildiği halde bir türlü kabul etmek istemez.
Muhakeme edebilen bir aklı ve özgür olduğunu iddia ettiği iradesine rağmen;
neden kadere mağlup olabilmektedir? Hâlbuki insan, sahip olduğunu öne sürdüğü
özgür düşüncesi, mantığı, iradesi ve muhakeme yetisiyle inatçı duygusuna karşı
koymak ve önyargısını yıkarak gerçekleri kabul etmek zorundadır. Eğer insan,
benliksel düşünce ve duygularını bastıramıyorsa, aklına ve iradesine de
hükmedemiyor demektir. Bu durumda insanın nasıl aciz, güçsüz ve çaresiz bir
hükümlü olduğu açıkça görülebilmektedir.
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka
azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.”
Hicr 39-40
“Biz onlara
birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve
arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce
gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan)
azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.” Fussilet 25
“Allah'a
andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler)
göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). işte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap
vardır.” Nahl 63
“Size verilen
şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha
kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi?”
Kasas 60
“Yeryüzünde
haksız yere böbürlenenleri ayetlerimizden uzaklaştıracağım, (onları anlayamayacaklar) onlar bütün mucizeleri görseler yinede
iman etmezler.” A’raf 146
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder