Ancak
ruhun beden üzerindeki mutlak hâkimiyetini reddeden seküler bilim ve siyasetle çözümü
geçersiz kılan din dışı düzenler, beterin daha beterini geçmişte yaşattıkları
gibi günümüzde de yaşatmalarına bayraktar olabilmektedirler.
Akıl
ve kalp! Biri düşünceleri diğeri de duyguları üreterek birbirlerini
tamamladıkları halde tıpkı ruh ile beden misali ya inkâr edilmekte, ya kuramlarla
savaştırılmakta, ya da ayrı güçler olarak konumlandırılarak etkisel kuvvetleri zayıflatılmaktadır.
Oysa
her ikisi de ruhun direktifinde işlev görüp bedeni yönlendirdiklerinden düşünceler
ile duygular birbirlerinden ayrı tutulamaz. Düşüncenin nasıl iyi ve kötüsü var
ise, duygularında iyi ve kötüleri bulunmakta; lakin seküler-laik anlayış insan
iradesini temsilen aklı yani mantığı öne çıkararak duyguları bastırmak
suretiyle hâkim olunabileceği sanısıyla dövüşü bilim adına sürdürmektedir.
Her ne kadar tamamen ruhsal olan düşünce ve duyguların
fiziksel etkileşim göstermesi iradesel değil kadersel ise de, yaratıcı Allah’a
karşı üstün olabilme arayışında olan yaratık insan, yaşadığı gerçeği kabul etmekte
direnebilmektedir.
Mantık ile duygular
tıpkı düşünce ile davranış ya da inanç ile iman misali çoğunlukla örtüşmeyip
çatışarak sürekli değişkenlik göstermek suretiyle paradoksal sonuçlar doğurması,
hiçbir kanıtsızlığa veya şüpheye yer bırakmayacak aleniliktedir.
Zihinsel ve duygusal
oluşumların fiiliyat kazanabilmesi ancak ruhun bedeni dürterek harekete
geçirmesiyle mümkündür. Aslında bedensi yani akılcı teoriler düşüncede
programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürerek özgür iradeyi,
diğer bir ifadeyle insan iradesini egemen kılmalıdır ama asla başarılamamaktadır.
Dolayısıyla ruhsuz bir beden nasıl çürüyor ise, susuz bir toprak veya vahiysiz bir
kâinatta kurak bir çöle dönüşür!
İnsanlar, yaşamları
boyunca işledikleri yanlış ve günahlardan dolayı kendilerini ayıplamış, pişman
olmuş, özür dilemiş ve tövbe etmiştir ama yine de hata, kusur ve kabahatlerinden
asla vazgeçememişlerdir. İnsan iradesinde olduğu iddia edilen mantığın hâkim
olabilmesini sağlayacak bilimsel prensiplerle seviye yükseltilmek istenmiş ise
de, fiiliyatta kalıcı bir başarı elde edilememiş, dolayısıyla Mutlak İrade’nin
esaretinden kurtulunamamıştır.
Bilgi işlem ve idare
merkezi olduğu iddia edilen beyin ile hareketi sağlayan özgür iradenin duyguları
bastıramaması, denetleyememesi ve etki altına alamaması; özgürsel ve egemensel
hesapları altüst etmiştir ama ısrar ve inat sürebilmiştir.
Müspet yahut menfi
her olayın akabinde yüzeysel yani bedensel çözümlerin peşine düşerek ruhsal
hiçbir derinliğe inmeyen insan, her zaman tuşa gelip çözümü çözümsüzlükte
aramasının bedelini bitmez-tükenmez felaketlerle ödemektedir.
Çözümü maddede yani
bedende arayarak yaptığı anayasa ve kurduğu devletle inşa eden insan, ruhu hiç
önemsemediğinden mezardan dışarı çıkmamış; böylece hâkim olan yaratıcı Allah’ı
idrak edememiştir.
Allah’ın dilemesiyle
meydana gelen her olayda olduğu gibi yılbaşı gecesi adamın biri Reina adlı bir
gece kulübünü basarak onlarca insanı öldürüp yaralayabilmesi düşünebilenler
için bir ibret ve delil ama yinede muhakeme edilebilinmemektedir.
Eğer bir adam, ülkeyi
kaosa götürebilecek bir eylemi gerçekleştirebiliyor ise, nerede kaldı
demokratik ve laik aklın caydırıcı üstünlüğü? Nerede kaldı hâkimiyetin kayıtsız-şartsız millette
olduğu? Nerede kaldı mantığın duygu üzerindeki hâkimiyeti? Nerede kaldı seküler-laik
düzenin teminatı? Nerede kaldı kadere meydan okuyan teoriler?
Hani devletin ya da milletin izni olmadan hiçbir musibet isabet etmezdi?
Allah’a
olan inanç ve imanı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden demokratik ve laik
anlayışının ancak felaketler ürettiği ortada ama heva ve hevesine kapılmış
insan yinede bedeni düşünceden vazgeçip ruha inememektedir. Bu sebeple sorun
çıkaran bir düşünceyle sorunları çözebilmek imkânsızdır.
Demokratik
ve laik anlayış gerekçesiyle her ne kadar Allah’ın hâkimiyeti dışlanmaya
çalışılsa da Allah hâkimiyetini sürdürmekte; dolayısıyla insana tanınan hâkimiyet
komedisi Reina’da olduğu gibi dumur kalabilmektedir. Dolayısıyla olayların ancak bedeni değil ruhi
bir çareyle üstesinden gelinebileceği gerçeği o kadar aşikârdır ki, hâkimiyetin
kayıtsız-şartsız Allah’ın olduğu kabulüyle karanlıktan aydınlığa çıkılabilecek;
bataklıkta debelenerek kurtuluşa erişilemeyecektir.
İnsan ancak hükümlere
uymakla yükümlüdür; Allah ve Resul’ünün önüne geçerek hüküm koymaya değil!
Dolayısıyla cüret edip kibre ve böbürlenmeye kalkıştığı anda bedelini ödemekte;
bedenlerle uğraşmaktan ruhu kavrayamamaktadır.
Her olayın ardında yaratıcı Allah olduğuna göre istenmeyeni
engellemeye kimin gücü yetebilir? Bu sebeple Allah’ın etkilenip değiştirilemeyeceği
ortadayken değişmesi gereken sadece insandır! Çünkü olayları görüp nedenlerini
bilememesi zayıflığına apaçık bir delildir.
“Yeryüzünde
vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce,
bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.”
Hadid 22
“Allah'ın
izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa,
Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.“
Tegabün 11
“(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten
kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.”
Ahzab 16
“İnsanların
bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah
yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler. “
Rum 41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder