Çünkü ubudiyet yani kulluk ya da diğer bir ifadeyle bağlılık, güven veya
itaat, yalnız ve yalnız yaratıcı Allah’a duyulması gereken bir haktır;
mükellefiyettir; mecburiyettir.
Bedenen insan görünümünde ama
ruhen mahluka dönüşmüş yığınların cirit attığı dünyada iyiyi kötüden, doğruyu
yanlıştan, gerçeği yalandan ayırabilmenin zorluğu öyle bir mahlukluğu doğurmuş
ki, insanlık silinerek mahluklar tanrılığı oynamaya koyulmuşlardır.
Ancak gerçek ile yalanı yani
hak ile batılı ayıran bir süzgece sahip olmayan akıl, insan değil mahluktur!
Günümüz vahiy dışı seküler-laik-demokrat
tüm düşünce ve pozitivist bilimi üreten Antik Yunan uygarlığı, çözemedikleri
olaylar karşısındaki zorluklarını somut doğa olaylarına bakarak aşmaya
çalışılırlardı. Ancak felsefelerine tamamen ters araştırmalarını yaparlarken,
hani neredeyse yaptıklarından utanır ve teorilerindeki korkunç çelişkiyi
felsefi bombardımanlarla gizlerlerdi. Çünkü
onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde
edilmesi gereken tanrı bilgeliğiydi ama bugüne değin hiçbir kul asla
başaramamıştır.
İnsanoğlunun nefsini fevkalade
etkileyen ve çağdaş hüviyet kazandıran yaratıcılık hırsı biyolojik ruhsuz bir
beyni ve fiziği odaklandırmakta; böylece insanın bir yaratık değil özgür ve
egemen tanrısal bir akıl ve irade sahibi olabileceği hezeyanını doğurmaktadır.
Allah, ruh, melek, cin ve şeytan gibi göksel varlıkların ya tamamen ya da
kısmen inkâr edilmeleri, sınırlarının daraltılmaları veya bilinçaltının
ürettiği hipotezler olarak değerlendirilmeleri, benliksel kompleksin egemen
olabilme ihtirasından kaynaklanmaktadır.
Hâlbuki yaşadıkları gerçekler
karşısında sayısız olay ve delillere şahit olan beşerin fikrindeki inkârsı
ısrarcılığı, yine de pratikte yaşadığı gerçekleri saklamaya yeterli
olmamaktadır. Ne de olsa yaşadıkları dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, nazari aleminin
ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve düşünceleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte;
böylece kendilerince yaratıcı olabildikleri kanısına kapılarak, “beyinci tanrısal” varlıklarını
yalanlarla sürdürebilmektedirler. Onlar için önemli olan bilginin hakikat ya da hilâf olması
değil, beyin hücreleri çalıştırılarak mı yoksa ruhsal yahut vahiysel mi elde
edildiğidir.
Oysa insan, halifelikle yüceltilmesine
rağmen neden bizzat içinde yaşadığı gerçek hayatı muhakeme edemiyor, hiçbir
dayanağı ve yaptırımı olmayan abartıların peşine takılıp gören bir kör, duyan
bir sağır ve kavrayamayan bir kalbe sahip yaratık olabiliyor? Bir an olsun
otokritik yaparak kendini, gelişmeleri, her türlü olayı tattıkları ve kaderin
hükümsel varlığını açıkça gözlemledikleri dünyayı hiç irdelemiyor mu?
“Mutlak İrade”’ye karşı “özgür
irade”’yi egemen bir yaptırım gibi kullanmaya çalışan benlik, yaratıcıyla
olan iradesel savaşında kozmetik üründen öte temelde hiçbir şeyi keşfetme ve
değiştirme başarısı gösterememiş, pozitif bilime, evrim teorisine ve seküler
psikolojiye sığınarak, tüm çaba ve teorilerine karşın kadere olan
mahkûmiyetinden asla kurtulamamış ve kendini darmadağın eden olumsuzlukları
engelleyememiştir.
Ölümlü bir insanın iddiası, hakimiyeti,
sahiplenmesi ya da iradesi olabilir mi?
İnatla yaratıcı Allah’a karşı
üstün gelebilmek adına birçok düşünce ve hipotezler üretmiş, lâkin kadersiz hiçbirini
pratik yaşamda hayata geçiremeyerek mağlup olmaktan sıyrılamamıştır. Vahiy ile
bilimi ya da siyaseti birbirinden ayırabilecek kadar akıllara ve gerçeğe aykırı
davranmaları nefisleri azdırmış; hatta inananlar dahi tuzağa düşerek,
kendilerini güçlü ve iradesel görmek suretiyle ahkâm kesebilmişlerdir.
Benlikler şeytana dahi pabuç çıkaracak bir hadsizlikle öyle azmış ki, boya ve
badana yeteneklerini yaratıcılıkla özdeşleştirebilmişlerdir. Mamafih Allah izin
vermeseydi onları dahi yapamazlardı!
Bunca düşüncelere, eğitimlere,
yasalara ve bilime karşılık; neden olumsuzlukların, musibetlerin ve kötünün
önüne geçilemediğine dair tatmin edici açıklamalar yapılamayıp çözümler
üretilememekte; dolayısıyla yaratıcıyı, vahyi ve kaderi reddeden tüm anlayışların
çöpsel yığınlar olarak kümbetsel beyinlerde dolgu malzemesi vazifesi gördüğü
ortaya çıkmaktadır.
Vahyin tüm açıklığıyla vurguladığı; ölümü,
eceli, hastalığı, kaybı, yoksulluğu, kötüyü, korkuyu, suçları, felâketi ve
vahşeti durduramayan sözde yaratıcı bilim ve seküler-laik düşünce; bırakın
bütün bunları, en sıradan olumsuzlukların bile önüne geçememekte, buna rağmen
benliklere hitap eden teorileriyle toplumları etkileyebilmektedirler. İnsan
için en keskin son ve en acı yaşam olan ölüm, hastalık ve ecel karşısındaki
acziyeti, şüphesiz muhakeme edebilen akıllara somut bir ipucudur.
Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve
sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor, eceller belirlenemeyip
durdurulamıyor ise; öyleyse seküler düşüncelerin ve pozitivist bilimin
üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir?
Antik
Yunan uygarlığının zirveye çıkıp en çok geliştiği dönemler Kral İskender
yönetiminde olmuştur. Yunan kültürü içinde bir eğitim almış olan İskender,
babası Filip’in ölmeden önce hazırlamış olduğu ortamı kaybetmemiş, Antik Yunan
kültürünü batıda Makedonya’dan doğuda Hindistan’a, kuzeyde Fergana’dan güneyde
Mısır çöllerine kadar yaymış ve günümüz seküler düşünce ve batı medeniyetinin
temelini atmıştır.
Bir gün İskender, seferden dönerken, yolu
üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle
akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve
takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu.
İskender, onlara; “dileyin benden
ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in
yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize
ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz
çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete
sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir
böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım
karşısında o yoksul halk; “Peki, senden
üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek,
isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük
kral! Bize ölümsüzlük verebilir
misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel
olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; “Ey dünyayı titreten
kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?”
diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum,
size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız
boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir
misin?” diye sorduklarında, İskender
hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya
kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden
bize ‘dileyin
benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye hakim olup gücü
yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize
vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise,
her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta
kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz.
Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya
daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi
canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza
edeceksiniz?” İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup
olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde gerçekte bir “hiç”
olduğunu anlamanın ezikliğiyle, boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.
İnsanoğlunun sahip olup böbürlendiği geçici
güç ve kudretlerinin bir kısmını ya da tamamını kaybettiklerindeki tavırları,
tıpkı üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz cesetlerden farksızdır. Fıtratı
gereği; anlık ve sürekli olmayan güçlere, cazibelere, makamlara ve rütbelere;
benliklerini azdıran ödül, başarı ve iltifatlara karşı müthiş zaafları,
yaşadıkları gerçekleri anlaşılmaz kılmakta, ancak yenilgilerine kadar süren
rüyaları; mal, sağlık ve can gibi ağır bedeller ödemelerine dek
uyanamamaktadırlar. Gerçi ani şokla uyansalar da acı dindikten sonra yine
uykuya dalabilmektedirler. Neden fikirlerinde meydan okudukları yaratıcı Allah’a ve
kâinatsal kadere karşı güçlerini kanıtlayamamaktadırlar?
Benlikleri tahrik edip baştan çıkaran “özgür
irade” iddialı seküler temelli anlayışlar, “Mutlak İrade”’yi yani kaderi
reddetmelerine neden olsa da insan için her şeyin bittiği o en keskin son olan
ölüm, geçici de olsa geride kalanları etkileyebilmekte, böylece geçici görsel
kıymetlerin dayaksızlığı kanıtlanabilmektedir. Bununla beraber her ne tedbir
alırsa alsınlar, etraflarını saran binlerce musibetlere karşı çaresiz kalıp
zararlarından kurtulamamaları iddialarını çökertmekte, o inanıp güvendikleri
yaratıcı bilimin, makamın ve zenginliğin fiziki yaşamda kalıcı hiçbir işe
yaramadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak bilime ve felsefeye dayalı yaldızlı ve
makyajsı abartı ve gösterilerin yığınları etkileyebilmeleri, doğru ile
yanlışın, iyi ile kötünün iradelerce seçilememesinin bir delili oluyor ki; bu durumda yaratıcı bilim
ve siyaset safsatası, insanoğluna icat ettirilen en dehşetsi yalandır.
Neden teori ve felsefelerindeki iddialarını
gerçekleştiremiyor, insanlara vaat ettikleri o aydınlık, zengin, mutlu ve
güvenli tekdüze yaşamı sunamıyorlar? Allah’a kul olmayı bir esaret addedip,
kendilerine kul yapmayı bilim ve aydınlıkla özdeşleştirebiliyorlar. Neden
halkın tamamı kendileri gibi şan ve şöhrete, zenginliğe, güvene ve her türlü
haklara sahip değiller? Saltanatlık, dokunulmazlık, soyluluk ve özgürlük; sadece
kendilerine midir? Her ne kadar
tanrılığı oynasalar da yaşamın gerçekleri yalancı olduklarını belgelenmekte, bu
sebeple laik yönetimlerin bertaraf edilmeleri kaçınılmaz hale gelmektedir.
Söze değil eyleme ve yaşadıklarınıza bir bakıp kendinizi
onlarla kıyaslayın ki, sizi yaratan ve yöneten Allah’a mı, yoksa onlara mı
kulluğun daha akılcı ve gerçekçi olduğunu anlamaya çalışın.
Muhakeme
edebilen hiçbir akıl, kula kulluğa geçit vermez…
Kimisi adaletsizlikten, kimisi haksızlıktan,
kimisi yoksulluktan, kimisi işsizlikten, kimisi borçlardan, kimisi
güvensizlikten, kimisi umutsuzluktan, kimisi ahlâksızlıktan, kimisi
hastalıktan, kimisi kalkınamamaktan, kimisi suçlardan, kimisi terörden sürekli
şikâyet etmekte, idare edenleri suçlamaktansa; neyle idare edildiklerini yahut
hangi düşünceyle yönetildiklerini hiç sorgulamayarak, köklü bir çözümden yana
tavır alınmamaktadır. Sadece birkaç dakikalık muhasebe bile; savunulan ve
uğruna yollara düşünülen vahiy dışı düzenlerin, şikâyetlerin hangisine çare
üretebildiğini ve kökten ne verebildiğini tahlil eder, dolayısıyla yaşamsal
sırrın engellenemez sıkıntılarının gerçek sebebi öğrenebilinir. Barış, sevgi,
eşitlik, adalet, hukuk ve uygarlık adına dayatılan düşüncelerin; bazen acı,
bazen hüzün, bazen dehşet içinde yaşanılan olumsuzlukların hangisini
önleyebilmiş ve dualitiye son vererek talepleri karşılayabilmiştir? Gerçekte
toplumları hangi düşünce ve ilkelerin mağdur ettiğini sorgulamayıp sadece kişi
merkezli anlık suçlamalarla çözüme kavuşabilmek mümkün değildir.
Unutmamalıdır ki, insan bir yaratıktır ve yaratıcısı
Allah’ın dışında herhangi bir kul yani hilkatteki eşleri tarafından
güdülebilecek düşüncelere rağbet etmeyecek bir üstünlüktedir. Ancak kim
olduğunu bilmeden yahut öğrenmeden insanlığıyla övünebilmesi kendisini
mahluklaştırmış; böylece kula kulluk yapmayı imtiyaz belleyebilmiştir.
“De ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz.” Zümer 64
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder