Çünkü Atatürk ne
tanrıdır; ne mutlak bir iradesi vardır; ne fayda verme gücüne haizdir! Üstelik
Atatürk diri değil ölüdür; dolayısıyla Türkiye, yürüyen cesetlerin hüküm sürdüğü
bir mezarlık değildir!
En iyi düşüncelerin,
değerlerin ve davranışların doğaüstü yani yaratıcı Allah’ın otoritesinde değil
de insanda olduğuna inanan düşünce düzeyindeki bir milletin ziyanı tastamamdır.
Bin yıllık tarihi
olan Müslüman Türk milletinin devleti, ülkesi, vatanı, dini, namusu, canı,
malı, savaşı, barışı, yapıları hatta hayvanlarının dahi Atatürk gibi ölü bir
faninin mülkiyetine terk edilmesi; o milletin kendini aşağılamasından başka bir
şey değildir.
Doğuştan ölüme kadar
neredeyse her canlının ölü bir Atatürk’ün izinde olabilmesi; ululuğunu ve
kurtarıcılığını sürdürebilmesi; ilke ve inkılâplarının üzerine yemin
edilebilmesi; dokunulmazlığına ilişmenin karşılığı ceza, ihanet ve savaşla özdeşleştirilebilmesi;
fotoğraf ve heykellerine sevgi ve saygı duyulabilmesi; öldüğü saatte seksen
milyonluk Türkiye’de hayat dururcasına anılabilmesi; ordusunun izinde
olabilmesi ve askerlerin uğruna can verebilmesi; cesedinin gömülü olduğu kabrinin
tapınılan bir mabede dönüştürülebilmesi; doğan her vatandaşın borçlu
kılınabilmesi; onsuz bir Türkiye’ye ve yaşamın olamayacağına inanılması;
dileklerde bulunabilinmesi ve bayrak ile eş tutulabilmesi ancak şeytansı yani
lanetsi bir batıllığın ürünüdür.
Karşılaştığı sorunları,
o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözmeye çalışan insanın ne kadar
cahil, zayıf ve iradesiz olduğunun kanıtı nedir bilir misiniz; ne isteyeceğini
değil ama ne istemeyeceğini çok iyi bilmesindendir.
Yüz yıldır kendini Atatürk adlı
bir ölüye mahkûm etmiş Türk milleti, aslında kendi kendini aşağılamış öyle bir
toplumdur ki, sanki Atatürk bir beşer değil tanrıymış gibi varlıklarını hatta
kimliklerini yok sayarcasına kendilerini rehin bırakabilmiştir. Hem de öyle bir
rehinlik ki, olası bir itiraz bile en ağır müeyyideye sebep sayılabilmektedir.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti adıyla
manipüle edilmiş CHP Diktatörlüğünün kurucu lideri olan Atatürk’e duyulan
tanrısal aşk ve tazime başka bir Türk vatandaşı layık değil midir ki, ondan
gayri hiç kimseye tanınmamaktadır. Türkiye için nice vatandaşlar can vermediler
mi; hizmette bulunup fedakârlıklar yapmadılar mı? Eğer ülke üzerindeki mutlak
gücün yani iradenin hükmedicisi devletçe Atatürk ise, neden seksen milyonluk
millet iradesi değil de Atatürk’ün mülkiyetliği sürdürülebilmektedir?
Hayallerde dahi had gözetilirken;
koskoca bir ülkenin Atatürk’ün sahipliğine verilebilmesi nasıl hadsiz bir cürettir?
Böylesi bir cüreti sürdürmekte sakınca görmeyen hükümet ve siyasi partilerin birbirlerinden
farkları var mıdır ki, milletin temsilcileri olabilsinler?
Siyasi, sosyal,
ekonomik ve askeri zaferler; işlerin iyi gitmesi, hastalıkların son bulması; felaketlerin
engellenmesi; huzur ve güvenin sağlanması; dostlukların artıp düşmanlıkların
ortadan kalkması; refahta sınır tanınmaması ve müspet birçok olay moralleri
düzeltir ve sizi güzel günlerin beklediğini zannedersiniz.
Buna inanmayın; asla
öyle olmaz. Çünkü tamamı anlık olup, sürekliliği olmayan nefsanî iyilerdir.
Dolayısıyla size ne Atatürk ne de hilkatte eşiniz olan başka bir beşer,
yaratıcı Allah’ın lütfettiklerini veremez.
Rejimin ve düzenin
adı her ne olursa olsun hatta dinsiz olduğu iddia edilse de o, mutlaka bir
dindir. Ama Türkiye’deki rejim, Allah düşüncesine dayalı toplumsal bir
kurumlaşma değil, Batı odaklı Atatürk ilkelerine dayalı bir kurumlaşmadır. Dolayısıyla
semavi değil semavi olmayan dinler kategorisindedir.
Ne var ki, dinin ne
demek olduğunu Türk milleti bilmiyor olmalı ki, hem Allah’ı hem de Atatürk’ü tanrı
edinebilmektedir.
Din nedir? İtaat, hizmet, birisinin emri altına
girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, anayasal ilkelere ve
prensiplere kayıtsız bağlılık, kanun, ceza ve millettir.
Din, her ne kadar
ilahsal, vahiysel, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi tanımlanıp, fiziki
hayattan ve devletten uzak tutulmak istense de, gerçekte sosyal, ekonomik,
siyasi ve askeri yasaların bütünüdür. Yasama, yürütme ve yargıyla ilgili her
anlayış rejimin güdümünde faaliyet kazandığından dini bir düzenektir.
Söz konusu dinsel yapıya
göre kanunlar yapılarak egemenlik hakkı güdülmekte, insanların itaat ve hizmeti
şart koşularak üstün addedilen egemen gücün emri altında ve onun hükümleri
çerçevesinde tek hâkim güç olunduğunun tasdik edilmesidir. Bu sebeple düzenin
kurucusu, yasa yapıcısı ve yöneticisi, otomatikman tanrısal bir egemenlik hakkına
da sahip olmaktadır. Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene yani
anayasasına göre egemen kabul ettiği gücü veya güçleri dolaylı tanrılaştırarak
tapınmaktadırlar.
Diriyi değil ölüyü
tanrı edinerek ilkelerine boyun eğmiş Türk milletinin iman ettiği Kur’an hükmü
gereği fitneden kurtulabilmesinin yegâne şartı, Atatürk’e peşkeş çektiği
mülkiyet hakkını geri alarak kurtarıcılığını, ilke ve inkılâplarını
defetmesidir.
Hiçbir siyasinin
cesaret edemediği hatta dünyalık menfaatleri uğruna bizzat destekleyip
savunarak sığındığı Atatürk ile ilgili böylesi köklü bir reform nasıl olabilir diye düşünülüyorsa;
ancak çıkacak 3. Dünya Savaşı sonrasıyla kabil olabileceğini kuvvetle
muhtemeldir. Çünkü Kur’an ile özdeşleşmiş millet iradesinin ortaya konduğu tek
yer savaştır. Birkaç terörist güruhuyla yapılan mücadele kesinlikle yeterli
değildir. Atatürk ve CHP Diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir devlette, millet
iradesi mümkün değildir.
Her insanın ölümü
tattığı bir dünyada ölüm sonrası için hiçbir bilgi, taahhüt ve iddiası olmayan
bir fikrin ne inandırıcılığı ne de güvenirliliği olur! Dünya yaşamı için birçok
vaatte bulunanın ölüm akabinde hiçbir vaadi yok ise, hele bir saniye sonraki
ecel için bir teminat veremeyip yaşam garantisi sunamıyorsa…
“Her canlı ölümü
tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam
verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten
kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey
değildir.“ Al-i
İmran 185
“(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya
öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz
gelmemiş ise) o takdirde de,
yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16
“İnananlar
arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da
ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Nur 19