Hiçbir gerçek hatta
mucize bile aydınlanmalarına imkân tanımayıp idraklerini açamamasından dolayı insan
olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü konuştukları dili bilmek; gördükleri göze,
işittikleri kulağa ve taşıdıkları kalbe sahip olmak gerekir.
Öyleyse
insan görünüşteki mahlûkları insan seviyesinde değerlendirerek muhatap almak beterin
en beteridir.
İnsanoğlunun
en vahim yanlışı, ruha değil bedene itibar etmesidir. Ruh ahireti, beden
dünyayı temsil ettiğinden ruhun dışlanarak bedene hâkimiyet tanınmış olması
beşeri egemenleştiren öyle bir felakettir ki, engellenemeyen musibetler,
olaylar ve ölüm, beşerin iddia ettiği gibi egemen olmadığını hatta bir saniye
sonra başına ne geleceğini bilmemesinden anlık bile hâkimiyetini imkânsız
kılmaktadır.
Karşılığı
aranmayan lafların âlemdeki değeri insanlığı öyle yitirtmiş ki, artık vahiy,
hak ve adalet değil, ağızlardan dökülen laflar muteber hale gelerek heyecan,
umut ve güven doğurmuştur.
Ne
kadar berbat, bezmiş ve yıkılmış bir psikolojide olsalar da, laf kendilerini
öyle dinginleştirmektedir ki, sanki sorunları çözmüşler ve sıkıntılardan
kurtulmuşlar gibi rahata kavuşurlar. Oysa lafın etkisi bitince altından
kalkamadıkları badireler ve elemler tekrar nükseder ve laf, tıpkı soğuktan
donarak ölmek üzere olan bir insanın uykusunun gelmesi ve uyumasıyla beraber
ölümün gerçekleşmesi misali bitkisel hayata sokarcasına hayvandan daha aşağı
bir hilkate dönüşürler.
İnsan,
neden karşılığı olan sözlere değil de laflara itibar eder? Neden yaratıcısına
değil de kuluna güvenir?
Karşılığı
olan sözler, yaratıcı Allah’ın sözleri; karşılıksız olanlar ise Allah’a karşı
benlik güdenlerin lafları! “Ben” diye böbürlenerek kulluğu doğrudan yahut
kısmen veya dolaylı olarak reddeden insanın tek başına Allah’ın sözüne itibar
edebilmesi mümkün değildir. Onun için gerek vahiy gerek iman gerek namus
gerekse şerefi nefsi doğrulara ya da yanlışlara göre kabullenir; Allah’ın
sözleri ya inkâr edilir ya da mazeretlerle savsaklanır!
Amele
değil lafa çok itibar edildiği hatta laf yarışında galebe çalanın üstün kılındığı
dünyada her nefis mükemmeli arar. Oysa sözün doğrusu ve mükemmeli Allah’ındır
ama benliği hoşnut etmediğinden ‘laf’ gibi muteber sayılmaz. Çünkü insanın
tamamen özgür kalma ve egemen olma iddiası bulunduğu için kul olmayı
sindiremez. Dolayısıyla ne dilediği bir özgürlüğe kavuşur ne de mükemmelliğe!
İnsan,
kendini yaratamadıktan sonra özgür olamayacağı gibi egemen ve mükemmelliğe de
erişemez. Bu sebeple dünyada mükemmellik yoktur. Dualite yani ikilik vardır; yaratıcı-yaratılan,
iyi-kötü, karanlık-aydınlık misali! Dünyada mükemmele yaklaşım olabilir mi diye
sorulacak olursa, yaratıcı Allah’a kayıtsız-şartsız itaat ve hiçbir gerekçeye
sığınmayacak bir aşktır ki, o’da ahirete götürüp cennete kavuşturur.
İnsanın
bozulması ve onurunu yitirmesinin nedeni, sözle yani vahiyle değil, lafla yani
söylentilerle amel etmesi ve kendine yol edinmesindendir. Söz ile laf
arasındaki fark, tıpkı ruh ile beden gibidir. Nasıl ki beden fani ise lafta
fanidir. Allah söz, insan laf söyler! Dolayısıyla muhakeme edebilen insan,
bakiye değil faniye inanabilir mi?
Kaynağını
vahiyden almayan politikacı ve din adamları, yeryüzünün en tehlikeli
lafebeleridirler ki, toplumların zihin ve kalplerini iğfal ederek insanda değer
ne varsa silip süpürürler. Dolayısıyla insanı insan yapan vahiy, hak ve adalet
mücadelesi yok olur.
Böylece asıl kaçınılması ve sakınılması gereken
düşmanlar, kişi ya da toplumun hem dünyasını hem de ahiretini perişan eden seküler-laik
yani batıl odaklı politikacılar ve din adamlarıdır. Onun için lafa değil söze yani
vahye odaklanılabilinirse, her iki âlemde de korku yaşanmayacaktır.
Yaşam ve ölümdeki
mananın derinliğini bilmeyenlerin lafları tükenmez ama bilen, Allah’ın
sözlerinden öte konuşmaya cesaret edemez. Hayatının nerede ve nasıl başladığı
ya da nerede ve nasıl sona erdiğine değil, ikisi arasında neler yapıldığı ve
olayları kimin tetikleyip takdire ulaştırdığı sorgulamaya başladığın an,
yalanlardan uzaklaşıp gerçeğin açık perdelerine ulaşılabilecektir. Çünkü laftan söze geçiş, batıldan hakka
geçiştir!
İnsanın politikacı ve
din adamlarının hazırladıkları tuzağa düşmelerindeki en büyük handikap nedir
biliyor musunuz; işittiklerini gerçeğin eleğinden geçirebilecek idrakleri
olmamalarıdır. Bilgileri demiyorum; çünkü her insan, teorik olarak yaşadığı
olaylardan dolayı yalanla gerçeği ayırabilecek bir tecrübeye ve muhakeme
yetisine sahiptir. Ama insan değil ise mümkün değildir. Lafı yani abartıyı
kabul edip, sözü yani gerçeği dışlaması, aradığı ‘neden’ sorusuna açık bir yanıttır.
“Hayatımızda işlediğimiz hataların çoğu,
düşünmemiz gereken yerde hissetmekten, hissetmemiz gereken yerde düşünmekten
ileri gelmektedir.” John Colbins
Yeryüzüne halife olarak indirilen insanın söze değil lafa saygı duyup
güvenmesi, halifelik sıfatını da kaybedip düşünemeyen ve kavrayamayan bir
mahlûk olmasına sebebiyet vermiştir. Vahiysizlikten daha sert yatak, daha
keskin soğuk, cehennemsi yaşam ve daha acı bir sefalet yoktur!
Bu sebeple vahyin, dinin,
imanın, doğrunun, yanlışın, namusun ve şerefin ne olduğu sözden değil laftan
öğrenildiğinden, insan da ne din ne iman ne namus ne şeref ne de hak ve adalet
kalmış; böylece bozulan insan, yaratıkların en korkuncu olarak dünyada
peydahlanmıştır.
Oysa doğruluk ve adalet bakımından kimin sözü
tamamlanmış ise, O’na itibar gerçeğin ta kendisidir.
“Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun
sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir. Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın
yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka
söz de söylemezler.” Enam 115-116
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder