Ancak seküler-laik
çevreler, o yüzkarasını öyle parlatıp arkasına düşmüşler ki, maymundan
geldiklerini kabul edebilecek kadar alçalmakta sınır tanımamışlardır.
Oysa yeryüzünün
halifeleri olarak yaratılmışlardı!
“İnsan,
kendini bir yaratıcının müdahalesine layık görecek kadar küstahtır.” C. Darwin
Evrim
teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının maymuncusu Charles Darwin,
gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla aşağılanan bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü
bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok
çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, istediği sonuca
ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan
ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey
ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek,
Darwin’i evlatlıktan reddetmişti.
Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce,
inanç, bilgi ve telkinlerine ayak uyduramadı; çevre koşullarının etkisinde
kalamayarak kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?
Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen
Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve
çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak
tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere,
öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının
önüne geçilemedi; eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası
umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna
göndermişti.
Ne var ki kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve kaderi kendisini
hayvanlar âlemine çekip yaratıcısını inkâra itmiş, özünün maymun olduğu
inancına götürmüştü.
Neydi kendisini
etkileyen ve başka mecralara yönlendiren güç? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’nun
gereği çevresiyle bütünleşemiyordu?
İnkâr ettiği yaratıcısı ve hakkında yazılmış olan kader, kendisine
öyle bir kapı açmıştı ki, Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını
kendisi karşılamak koşuluyla genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıkmıştı.
Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla dünyanın henüz bilinmeyen pek çok
kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel
bilgiler edindi ve notlar aldı.
Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten
somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisi değil midir?
Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi
türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara
yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, ruhsuz, başıboş fiziksel bir
materyalist dünyanın varlığına inanmış; dolayısıyla her şeyin bir ilkten
geldiğini yani yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu
gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir varlığı değil, mutlak bir yaratıcıyı
destekleyici kanıtlarla doluydu.
"Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir
ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle
uğraşmak, insanı dine götürür." Einstein
Ayrıca insan DNA’sının şifresini çözen ve dünyanın
en önemli genetik uzmanlarından olan Dr. Francis Collins, 30 yıl öncesine kadar
ateist bir Darwinistken, bilim laboratuarında Allah’ı hissettiğini ve
inandığını açıklamıştı. “Allah’ın var olduğuna
dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah’a daha da
yakınlaştırıyor. Laboratuarda çalışırken Allah’ı hissetim. Kesinlikle bizden
daha büyük bir güç var ve ben O’na inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni
Allah’a daha da yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim
onlardan ümidini kesmişti. Ama mucizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu
da Allah’ın işidir.”
Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü TIP dâhisi Pasteur,
Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek
çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin yaptırımlarıyla karşılaşarak,
önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Bilim ile din arasındaki
uyumu savunan Pasteur, doğa bilimcisi Darwin’in aksine, “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının
eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfedilmenin başarısıyla
keşiflere imza atmıştır.
Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki
olaylar hipoteziyle çatışıyorsa da ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal
seleksiyonla ilgili "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"
diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak
davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz
ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için,
“Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini
yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, mutlak
iradenin ve ruhsal bilgilendirilmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü
farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve
idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Çünkü
gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa
ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği
gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği,
yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki Darwin, ailesine, eğiticilerine
ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.
Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve
kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu.
Canlılar için yaşamı, güçleri doğrultusunda iradeleriyle var olma ya da yok
olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun hayalî bir anlayıştır.
Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok
ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün,
zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın, ya da sıradan bir insanın
dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan
gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç
insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden mutlak güce
sahip yaratıcı gibi bir varlığın diğerlerini yok edebileceği doğrudur.
Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla
gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir.
Teorisine göre, “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır.
Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce,
19.yy. acımasız kapitalizminin “Bırakınız
yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak
hiç kimse ne dilediğini yapabilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı
olabilmiştir. Seleksiyon, tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip
kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu teoriyle, her an değişkenlik
gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl
olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte,
evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı
pozitif bilimce kanıtlanamamıştır.
İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da
evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar
da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına
evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce
yaratılmışlığı değil de hayvanları değer alarak nasıl oluşabildiklerini
çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi,
evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar.
Darwin de Buffon gibi, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri
beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşündeydi.
Ama nasıl?!?
Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak
kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları,
Darwin’in evrim teorisini yerle bir etmektedirler.
Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri
hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte
tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz
bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar.
Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler
arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler,
Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki
volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4
ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla
sürdürürken yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar
için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü
ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile
gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya
başlar. Bu durum pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur.
Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da 3200 kilometre gibi
uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa
kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedir? Dahası, milyonlarca
kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler? Bilim adamları
için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir
senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu
nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden
çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden
nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her
sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk
kez çıkmakta, 3200
kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar
hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç
neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir
bilgileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’
yolculuğu başarabilmektedirler?
Öyleyse Darwin, neden babasının ve eğiticilerinin
düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve
kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen hekim
veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy
kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist oldu ve insanken nasıl maymundan türediğine
inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde
örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve
üreten insanları değil de; neden maymunları ata ve öz edinebildi?
Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk
Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal
seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden
daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün
ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa
milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın
Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak
bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip
gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür
aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine
edileceğini görüyorum.”
Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan
yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki Türk
Devleti, politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları, sırf Allah inancını
ve İslam’ı yok edebilmek için lâiklikleri gereği yıllardır Darwin teorisini bir
öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş; ateist, imansız,
vicdansız, hain ve terörist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır. Din
Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının Allah olduğu öğretilirken, bir sonraki
felsefe dersinde ise insanların maymundan türediğini öğretebilmiş, Allah ve
kitabı Kur’an, laiklik ve çağdaşlık adına büyük bir tehlike kabul edilerek
kamuda ve okullarda ya yasaklanmış ya da sindirilmiştir.
İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden
yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel
varlıkları iddia ettikleri gibi doğruyu yanlıştan ayırabilen bir etkinlikte olabilseydi;
hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı
medeniyetler oluşurdu. Bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan
Allah, aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek dengeyi
sağlamaktadır. Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan
insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz
bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve
pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerinin
topraktan yaratılmasının dışında!
Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep
“dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada duyguları ve sezgiyi işin içine
katmayı kendisi için eksiklik ve zayıflık sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık
kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların
ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda
ya itiraf ederler, ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar ya da yandaşlarınca saf
ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınır
ama kendilerinin bilinç dışı bir hali olarak kabul ederler. İçgüdü ile zekânın,
aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan
birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi
kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki
bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve
bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Paranoya bir
ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin
apaçık kanıtıdır.
“Yeryüzünde
yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının
durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i
mahfuz'da) dır.” Hud 6
“Ben,
benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir
varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” Hud 56
“Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar
zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” Enam 116
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder