Yahut yaratıcı mı,
yaratık mı?
Vahiy,
türlerin olduğu gibi "o kitap”ça programlanarak yaratıldığını kanıtlar, seküler
bilim ise ilkel hücrelerden başlanarak evrimleşildiğini ve türlerin
kendiliğinden, diğer türlerden meydana geldiğini iddia eder.
Pozitivizm
etkisindeki gerek din, gerekse bilim adamlarının yaşamla örtüşmeyen teoloji ve
teorileri zihinleri karıştırmakta, aklı ürettiği sanılan sinir kütlesi fiziki
beyin ile dirimsel enerjinin ta kendisi olan ruh harmanlanarak, Allah ya inkâr
edilmekte ya da iradesine sınırlamalar getirilmektedir.
Yaratıcısız
bir yaratığın olamayacağı temel kaidesiyle ruhsuz bir bedenin, beynin,
hücrelerin, kalbin, gözlerin, kulakların, burnun ve dilin hiçbir koşulda işlev
göremeyeceği her ne kadar aşikârsa ise de maddi dünyadaki yanılgılar fiziki bir
yaratıcı ihtiyacını doğurmakta, dolayısıyla “yaratık insan” yüceltilerek özgür veya cüz’i irade savıyla tanrılaştırılmaktadır.
Din
ve bilim adına gerçeği perdeleyen hurafe ve faraziyelerin egemen baskısı vahyi,
Etkin Aklı ve Mutlak İradeyi örselemekte, yaşamın evrensel gerçekleriyle
bütünleşmeyen dayanıksız fikirler insanoğlunu sarsmaktadır. Hiçbir şey
bilmediği halde çok şey bildiğini sanarak bağımsızlığını ve egemenliğini ilan
eden iradesiz insan gerçeğini Einstein şöyle özetler; “Uzun yaşamımda
öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve
çocukça kalmaktadır.”
Seküler-laik
yani pozitivist bilim ve siyaset, insanoğlunun en büyük yalanı ve küfrüdür!
Akıl,
zekâ ve düşüncenin beynin iradesince varolduğu iddiasında bulunan seküleristler,
yapısı ve işleyişi bilim için hala sır olmakta devam eden beyni, “Tanrı, ruh,
melek, cin ve şeytan” gibi metafizik varlıkların inkârında araç ederek, aslında
farkında olmadan soyut olan aklı da reddederler. İnsanı tamamen maddi bir
varlıktan ibaret görenler; beyne, göze, kulağa, buruna, dile, hücrelere ve tüm
organlara hayat verip işleyişlerini sağlayan ruhu her ne kadar refüze etmeye
çalışsalar da, ruhun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşen ölümü teorilerince izah
edemezler.
Maddeye
fiziksel özellik kazandıran enerjiyi yok sayabilecek kadar cehalette ısrar
edenlerin, birde bilim adına ahkâm keserek canlının biyolojik yapısına
odaklanıp, yaratıcının da aynı maddi hücrelere sahip olma zorunluluğuna vurgu
yapmaları ve akıl sahibi olunabilmesi için mutlaka beyine sahip olma mecburiyetini
dile getirmeleri bilimsel bir fecaattir.
Yaratıcının
ruhundan üreyerek ve Etkin Aklından bilgilenerek yaratılan ve donatılan insan
aklının somut olan hücresel maddelere bağımlı olduğu ve fizyolojik yoldan etkileştiği
düşüncesi öylesi korkunç bir mantığın ürünüdür ki, duyguya ve imana muhalif
geliştirdikleri ve de sözde hiç yanlarından eksik etmeyerek yol gösterici
olarak benimsedikleri “Mantık” teorileri kendilerini gerçeklerden koparmakta ve
sanal âleme tutsak kılmaktadır. Buna rağmen bilim adına savundukları trajikomik
düşünceleriyle de fiziğin sancaktarlığını metafiziğe kaptırmamaya çalışarak, ilahsal
enerjisiz yani ruhsuz bir dünyanın varlığını kanıtlamaya çabalamaktadırlar. Seküler-laik-demokrat
bazlı düşüncelerin mantık hilesiyle müminlerle tartışmaya girerek uyguladıkları
baskılarla haklı çıkabilme arayışları, şüphesiz gerçeğin açık perdelerini kapatmaya
yetmemekte ve Yaratıcının Mutlak İrade’si engellenememektedir.
Yaratıcı,
her türlü bilgi, düşünce, anlayış ve davranışları insanoğlu bedenen yaratılmadan
önce dilediği gibi paylaştırarak ruhlara nüfuz etmiş ve bu temel esasa göre
dünyanın formasyonunu, maddenin, fiziğin ve olayların vuku bulmasını iradesince
güncelleştirmiştir. Ruhsal akliyat, düşüncelerin, duygu ve fiziki oluşumların;
bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata denk görsellik ve güncellik
kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya kötü, doğru veya yanlış
şeyler için peygamberi, şeytanı, ruhu, bedeni ve maddeyi aracı kılmış, yol
gösterici ilmiyle de perçinlemiştir. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce,
fiiliyat ve unsurların hudutlarını çizmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen
konumlandırarak soyut veya somut tüm olayları ezelde yaratmıştır.
İyi
ve kötüyü temsilen Peygamber ve şeytan özüne bağlı şekillenen düşünce, davranış
ve keşiflerin gelişerek düzen içinde varlık kazanması ve mücadelesi, varoluş ve
yokoluş amacına uygun biçimlenmektedir. Düşsel ve davranışsal uygulamaların
hiçbiri beyinsel, öğretisel, araştırısal, rasgelesel, gözlemsel veya iradesel
etkiyle gerçekleşmemekte, ancak kusursuz ve her şeyin birbirine denk gidişatından
öyle sanılmaktadır.
Her
şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne
kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte ve
evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel,
zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana
getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan ekinsel
olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan
her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya göksel
mazeretlerdir.
Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve
duygusal oluşumları programı doğrultusunda güncelleştirerek, durağan maddeye fiziksel
işlev kazandıran bilgiyi ve eylemi gütmektedir. Bireysel, toplumsal ve evrensel
olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek
gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkıya veya müdahaleye izin verilmemektedir.
Rahmani veya şeytani her düşünce ve davranış, Mutlak irade’ce önceden takdir
edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak gelişmekte ve kadersel düzen
kendi mecrasında akışına devam etmektedir.
İnsanların dine veya bilime olan güvenleri iradesel
değil kaderseldir. Zaten din ile bilimi, tıpkı ruh ile beden gibi birbirinden
ayırmak bir ölümdür. Einstein, bu gerçeği şu sözleriyle özetlemektedir.
“Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim
adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak
imkânsızdır.” Ya da; “Bilimle ciddi şekilde
uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun
olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Yahut G. W. Carwer’ın ifade ettiği; "Benim tek
yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu,
Allah’ın eseri, benim değil."
Düşünce
ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek
çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması,
insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü
bulunmayışındandır. Bu sebeple din ile bilimi ya da Allah ile insanı düşman kutuplara
ayırarak birbirine kırdırmakta ve akıl almaz bir kavgaya
sürüklemektedirler.
Vahiysel din psikolojisinde; bir insan,
yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan
geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve
iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya yenilgisine olanak olmadığını
düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Beyin psikolojisinde ise
bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal
ve rasgelesel kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya
çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul eder. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi
kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine
neden olan özgür irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı
bulunabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır, dolayısıyla ilahi kadere meydan
okunur.
Din,
bilim ve siyaset öyle egemenlik ve irade savaşı içindeki bir karmaşa ve tutarsızlık
içinde sürdürülür ki, Mutlak İrade, özgür irade ve cüz’i irade konusu aralıksız
tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla çelişkili düşünceler, anlayışlar,
dinler, felsefeler, idoller ve tanrılar üretilir. Aslında herkesin içinde
yaşadığı gerçek dünya, tektir. Bu sebeple Etkin Akıl ve Mutlak İrade gerçeğine
kayıtsız inananlar, bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez saçma
tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir
ettiği zaman ve mekân dâhilinde gereğini yaparlar. Neticede hidayete erdirenin
de saptırtanın da, yüceltenin de alçaltanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleni ve
her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken,
tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği ve getirmediği de açıktır.
Yaratıcıya
kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel
mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın
düşler deryasında devam eder, hayat ise tartışmaların ötesinde programlandığı
doğrultuda devam eder. İşbirliği içindeki Tanrı referanslı deist rasyonalistler
ile kökten inkâr eden ateistler, tanrısal kimliklerinden dolayı Müslümanları
durmaksızın aşağılar, iktidar olmamaları için taciz, baskı, şiddet ve savaşa
başvururlar. Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek
gören, duyan, hisseden, tadan ve idrak edebilen insanoğlu, nasıl oluyor da
farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip
olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle
başkalaşabiliyorlar?
Şu
tartışılmaz bir gerçektir ki her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa
olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle rasyonellik, laiklik ve demokrasi
adına insanı egemen kılacak anayasal düzenlemeleri meşru sayan ulus veya
bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ateisttir. Büyük bir
çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia
etseler de bağlı oldukları anlayışlar vahyi değil ateist köklüdür. Bundan
dolayı Müslümanlara karşı besledikleri kin ve öfke ile giriştikleri savaş,
esasen Yaratıcı Allah’adır.
Tanrı
referanslı Hıristiyan ve Yahudiler gibi ateistlerde "özgür irade"yi,
Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle
yaşamla ve Kur’an’la örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak,
‘Mutlak irade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar.
Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: “İnsan
hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Tanrı mutlak bir irade sahibi midir,
değil midir?” Bu yüzden vahiysel dinin çelişkilerle dolu olduğunu,
bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını ve yalan söylediğini
düşünen ateizm kaynaklı rasyonalizm ve pozitivizm, mantıklı ve tutarlı
açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında, her ne
kadar ne olduğunu bilmeseler de mantık denen bir anlayışa sığınırlar.
İlâhiyatçılar
öyle bir paradoks içindedirler ki, bazen "İnsan
özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, her şeyi O kontrol
eder" diyorlar! Hangisi doğru; Allah mı, insan mı?!? Bilimciler de yöneten ve
yönlendirenin beyin olduğunu söylerler ama kayıplara ve olumsuzluklara kanıtlayıcı
hiçbir cevap veremezler. Hangisi doğru; Allah mı, insan mı?
“Sizler
ancak Rabbinizin dilemesi (bir şeyi dilemenize izin vermesi) sayesinde (o şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah âlimdir, hâkimdir.” İnsan 29
“Onun
dilemesi hariç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.” Bakara 255
“Oku ve
öğren! İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin erkemdir (en
cömerttir).” El-Alak 3.4.5
“Allah’ın
insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup, hapseden olamaz. O’nun tuttuğunu
ondan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir.” Fatır 2
“Allah
kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar
ziyana uğrayanlardır.” A’raf
178
“Biz
dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, «Cehennemi hem cinlerden
hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım» diye benden kesin söz
çıkmıştır. “ Secde 13
“Hevâ ve
hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün
üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru
yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” Casiye 23
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder