Zayıflığın kanıtı ise barıştır!
Savaşı bilmeyen barışı bilemez, dolayısıyla
savaş istemeyen barıştan da yana değildir; bu sebeple savaşa öyle koşulmalıdır
ki, insanlık onur ve şerefi, hak ve adalet için batılın yani şerrin hükmü
altında olmayan bir barış gelebilsin.
İnsanoğlu yaratıldığından itibaren savaştan
asla kaçamamış, büyük bir çoğunluğu barış adını verdiği korkaklığının doğurduğu
zilletsi tutsaklığı kazanç saymasından savaşma cüretini göstermek yerine
katledilip yok olmaktan kurtulamamıştır.
Var olabilmek için ruh ile beden nasıl ayrılamaz
bir bütün ise, barış ile savaşta öyledir. Barış isteyebilecek kadar savaşa
hazır olmayanın barıştan kastı adil bir hak gütmek, tartışılmaz değerlerini
üstün kılmak yahut bağımsızlık değil, nefsinin keyfiyeti için güçlünün
müstemlekesi altında kalmaya razı olmaktır.
Bir toplumun savaşı isteyip istememesinin
bağlayıcı iradesel hiçbir yaptırımı yoktur. Çünkü dünyaya gelmekle birlikte
başlayan savaşı durdurabilmek mümkün değildir. Ancak kötülük tamamen
engellenir, nefisler dizginlenir, hırslar bastırılır, azgın benliklere zincir
vurulabilir ve Allah’ın hükmettiği Kur’an anayasa olursa; değil savaş, en adi
suçlar dahi ortadan kalkar.
Ne var ki, hak ile batılın üstünlük adına kıyasıya
mücadele ettiği bir dünyada kıyamete kadar savaş bitmeyecek ve iyinin barışa
kavuşabilmesi için savaş, tıpkı su ve gıda misali kaçınılmaz bulunabilinirse, barış
ve insanlığa ulaşılabilecektir.
Savaş, oruçtan farksızdır;
peki barış nedir diye soracak olursanız, oruç ardından açılan iftar gibidir!
Yaratıcı Allah’ın, hem Tevrat hem İncil hem
de Kur’an’ı Kerim’de savaşı emreden hüküBuyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben
sizinle beraberim; işitir ve görürüm. mleri dikkate alındığında, kötülüğün yani
batıllığın savaşsız önlenemeyeceğini ortaya koymaktadır. Yoksa merhamet sahibi Allah,
yarattığı kullarının ölmelerini, öldürülmelerini yahut mahvı perişan olmalarını
ister mi? Lakin doğrunun, iyiliğin, hak ve adaletin hâkim olabilmesi ve cennet
gibi bir âlemin hak edilebilmesi için şeytana yani batıllığa karşı savaşı
zaruri kılmıştır.
“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar
Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir.
Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış
olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111
“Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” Hz. Muhammed (s.a.v)
Kendisi için insanı yaratan Allah’a karşı
nefsi hiçbir düşünce, duygu, davranış ve amele izin ve kıymet verilmemiştir.
Velev ki, yaşamı boyunca ne kadar iyilik ve insaniyet için yararlı işler yapmış
olsa da! Kimin adına, kimin rızasını kazanmak ve memnun edebilmek için!
Ancak ve ancak Allah için verilen canlar,
yapılan savaşlar, çekilen eziyetler, gösterilen sabırlar, hizmetler ve
yardımlar ziyadesiyle karşılık bulup mükâfata duçar olur. Aksi takdir de vatan,
millet, devlet, ulus, ganimet, toprak, ırk ve beşer gibi şeyler batıldır ve
Allah nezdinde hiçbir değere tabi tutulmayacağı gibi büsbütün küfre
götürmektedir. Dolayısıyla Allah adına olmayan değerlerin tamamı şeytan yani
nefis adınadır.
Dünyanın birçok yerinde hor ve hakir
davranılan sözde Müslüman toplumların zulüm altında yaşadıkları yakarışı, iman
etmiş mümine yaraşır bir sürünme ve alçalma değildir. Müslüman’ın var olabilmek
için savaşmaktan başka hiçbir çaresi ve yolu da yoktur. Bu sebeple zulme
uğrayanlar ve batılın ayakları altında ezilenler Müslüman değillerdir.
Güya rab olarak iman ettikleri Allah’a
karşı öyle güvensizlik içindedirler ki, Allah’tan başka güçlere hatta
kendilerine zulmeden, fitneye boğan, savaş açan batıl kuvvetlerden dahi medet
umarak dilenebilen Müslüman olabilir mi? Sonra da Allah’tan yardım ve destek
beklemek bambaşka trajedi! Dolayısıyla Allah’ın hükümleri apaçık ortadayken,
hayvanlardan da daha aşağı mahlûklar gibi itilip kakılacaklar ya da zalimlerin zulümlerine
ve esaretlerine sessiz kalacaklarına savaşsalar ya! Ama iman, kulağı aşıp da kalbe
inmemiş ise, cesur olabilmeleri ve savaşabilmeleri mümkün değildir.
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın;
onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini
ferahlatsın.” Tevbe 14
Allah’tan daha güçlü bir varlık olmadığına
göre; nasıl olurda Müslüman, batıl güçlerden korkabilir ve savaşmaktan
kaçınabilir? Önemli olan galibiyet ya da mağlubiyet değil, Allah’ın emrettiği
vazifeyi yerine getirmektir. Ki, şehadete ve ahirete nasıl iman etmişler ki, sanki
başka bir sebepten ölmeyip dünyada kalacaklarmış gibi münafıklıkta sınır
tanımıyorlar. Dolayısıyla Müslüman sanılan o toplumların dostu Allah değil,
şeytan olduğu ortaya çıkıyor ki, korkudan boyun eğebiliyorlar.
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman
etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175
“Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve
görürüm.” Ta-Ha 42
Müslümanlıkla şereflendirilmiş iman ehli, haksızlık
ve adaletsizliklere karşı batılın gücü, kuvveti, etkisi, silahı ve sayısı ne olursa
olsun tereddüt etmeksizin göğsünü siper etmekte zerre kadar tereddüt duymaz;
Müslüman kimlik taşıyan maskeliler ise çeşitli gerekçe ve bahanelere sığınarak,
kökü olmayan pis bir ağaç misali zillet içinde ayakta durmaya çalışır.
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli
etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142
Türkiye’deki gibi; “analar
ağlamasın, gençler ölmesin” devlet politikası, iyi ile kötüyü eşdeğer ve
kardeş tutan hümanist güdümlü öyle pespaye ve teslimiyetçi bir anlayıştır ki,
artık o devletin ziyanını engelleyebilecek bir çözüm kalmamıştır. Ki, bu yüzden
PKK/HDP denen iblis güruhu meydan okumuyor mu? İçerisindeki teröre caydırıcı
olamayan devlet, yabancı düşmanlarına karşı yaptırım uygulayabilir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder