Yalın inancın imanla özdeşleştirildiği
İslam dünyasında amele ehemmiyet verilmemesi, Allah hükümlerine itaatsizliği doğurmakta,
dolayısıyla imanla kuvvetlendirilmemiş inanç düzeyi sözden öte kalbin derinliklerine
nüfuz etmediğinden hiçbir risk üstlenilmemektedir. Bu sebeple nefsin istek ve
düşünlerine göre güdülen inanç, imanla kâmil olamamaktadır. Ancak Allah’ın vahiyle indirdiklerine
inanabilirsen, iman kapısından içeri girebilirsin!
İman etmek, doğrudan yaratıcı Allah’ın
dilemesine bağlı olduğundan ne akıl ne bilgi ne eğitim ne etkileşim ne delil ne
de iradesel bir savla gerçekleşebilmektedir. Onun için Allah’a ve hükümlerine
ancak hidayete erdirilmiş kullar teslim olmakta ve
hiçbir sorguya, yoruma, kaygıya, hesaba ve dünya menfaatlerine meyletmeden
boyun eğmektedirler.
Bir insanın
inandığı halde Allah’ın buyruklarını batıla tercih edebilmesi, iman sahibi
olmadığının apaçık bir kanıtıdır. Çünkü kalbindeki şüphe ve tereddüt hastalığı,
fani dünyadaki fırsatları ve çıkarları yitirebileceği gibi canından,
sevdiklerinden ve hürriyetinden de olabileceği evhamını tetiklemekte, inancın
yeterli olacağı vesvesesiyle dünyaya sırt çevirebilecek bir iman aşırı
bulunmaktadır. Bu yüzden iman kuvveti hissedilememekte, anlaşılamamakta,
kavranamamakta; iman sahibi olanlar ise radikal bulunup ya terörist ya ilkel ya
da meczup olmakla yaftalanmaktadırlar.
Firavun,
yeryüzü halkının en azgını, Allah’tan en uzak olanı ve kendisini tanrı ilan
eden bir zalimdi. Ancak Firavun’un kâfir olması, azameti, gücü, tehditleri,
acımasızlığı karısını korkutup ve etkileyip iman etmesine engel olamamıştı.
Karısının
Allah’a iman ettiğini öğrenen Firavun, karısını güneş altında kazıklara
bağlayarak işkence yaptı. Firavun, onun yanından uzaklaşınca melekler kanatlarıyla
onu gölgeler ve o, cennetteki evini görürdü. Firavun, adamlarına bulabildikleri
en büyük kayayı almalarını ve karısının hâlâ Allah’a iman konusunda ısrarını
sürdürmesi durumunda üzerine atmalarını, eğer sözünden dönerse onu karısı
olarak tekrar kabulleneceğini emretti. Yanına geldiklerinde o, “Allah’tan başka
bir tanrı tanımıyorum” sözlerini sürdürdüğü sırada gözünü göğe doğru
yükseltince, kendisine cennetteki köşkü gösterildi ve Allah, onun ruhunu çekip
aldıktan sonra ruhsuz cesedine kaya atıldı. Bazı seçilmişlerin acı çekmeden
ölmeleri, işkence anında ruhun bedenden ayrılmasından dolayıdır. Acıyı veya mutluluğu hisseden beden değil
ruhun ta kendisidir!
Peygamber
eşleri hatta babaları, amcaları, hısım ve akrabaları inkâr ederek kâfir olabilirlerken;
kendini tanrı ilan eden Firavun’un karısı, saltanatına rağmen iman edebiliyordu.
Onun için “Üzüm birbirine baka baka kararır”
sözü, gerçekle örtüşmeyen bir safsatadır.
Her
kim olursa olsun, Yaratıcı’nın dilediğini hidayete erdirmesi, mutlak irade’nin
açık bir tezahürüdür. Bu olay akıl, mantık, irade ve düşünce kurallarını
çökerten bir ibrettir.
Peygamberler,
Allah’ın varlığını ve hükümlerini açıklayıp gönderildikleri toplumları imana
razı ederlerken; eşleri, çocukları, babaları veya yakınları üzerinde etkili
olamıyorlardı. Diğer taraftan Firavun, halkını kendisine iman ettirirken; karısı
saltanatından ve tanrıçalığından vazgeçerek Allah’a iman edebiliyor; birçok işkence,
aşağılanma ve acılara maruz kalmasına karşın, takiye yapmadan ve nefsini
düşünmeden Allah için canını verebiliyordu.
Hem
peygamber hem de şeytan, kaderin gereği zincirsel halkanın rehbersi aracıları
olup, diledikleri gibi etkileyebilme ve yönlendirebilme kudretleri
bulunmamaktadır. Eğer öyle olsaydı, Allah’ın Mutlak İrade’si acze uğrar, herkes
sevdiği veya nefret ettiği yakınlarını, dost ya da düşmanlarını hayır yahut şer
noktasında etkileyebilir, toplumları diledikleri yönde denetim altına
alabilirlerdi.
Hz.
Nuh (a.s) ve Hz. Lut (a.s), peygamber olmalarına rağmen eşlerini ve çocuklarını
hidayete erdirememeleri, Firavunun şeytan olmasına karşın karısını
saptıramaması, Hz. Muhammed (s.av)’nin amcasını ve bazı yakınlarını, Hz.
İbrahim’in babasını, Hz. İsa (a.s)’ın kavmini ve düşmanlarını, Hz. Musa
(a.s)’nın birçok inanılmaz mucizelerine rağmen İsrailoğullarını ve Firavunu
doğru yola iletememesi, iktidarların ya da öğretmenlerin etkileşimde ki
başarısızlıkları, Mutlak İrade’nin sadece Yaratıcı’ya ait olduğunu
ispatlamaktadır. Günümüzde dahi aileden başlayıp okula ve devlete kadar
milyonlarca olaya şahit olmuyor muyuz?
Kimin
doğru yolu bularak hidayete ereceğine, kiminde yanlış yola girerek
sapıtacağına, “bilinmeyen bir bilgiye” göre sadece Allah karar vermektedir.
Onun içindir ki geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanların büyük bir
çoğunluğu deliller, mucizeler, tecrübeler ve kılavuzlara rağmen doğru yola
girememiş; bir kısmı da küfrün cehenneminden hidayete kavuşmuştur. Tıpkı İslam
toplumunda yaşayan hatta ana ve babası takva olan bir insanın laik, ateist,
Budist, Hıristiyan veya Yahudiliği kabul etmesi yahut gayr-i Müslim toplumda
yaşayan birinin de İslam’ı seçmesi gibi! Veya varlıklı olduğu halde hırsızlık
yapan ya da evli olduğu halde zina yapan; açlıktan süründüğü halde değil
hırsızlık, borç dahi almaktan kaçınan yahut bekâr olduğu halde iffetini
muhafaza edebilen kimse misali!
Bu,
öylesine bir sırdır ki, hidayete kavuşamamış ya da iman edememiş bir kimsenin
ne aklı ne de kalbi idrake yeterlidir. Dolayısıyla “niçin” sorusu bir anlam ifade etmemekte, arayışlar şeytana
götürdüğünden iman mevzubahis olamamaktadır.
İman ehlinin indirilenin
dışında seçme hakkı yoktur ve asla soru sormaz, yalnızca indirilene
kayıtsız-şartsız itaat eder!
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam'a açar;
kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah
inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” Enam 125
“Yoksa
siz de (ey Müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı
istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” Bakara 108