23 Nisan 2013 Salı

Pozitif biliminin saçmalıklarından “zekâ ve korku”…


İnsanoğlu fiziki çatışmadan daha korkunç bir fikri savaş içinde olup, pozitif bilimin temsilcisi şeytan ile vahyin yaratıcısı Allah arasında ikilem yaşamaktadır. Nefsi ağır basanlar pozitif bilimin yanında yer alıp kul olduğunu kabul edenler Allah yolunda mücadele vermektedirler. Bir de her ikisine eyvallah diyenler, yörüngeden çıkmış yıldızlar misali zillet içinde kaybolup gitmektedirler.

Asıl korkulması gereken fiziki çatışmaya, savaşlara ve felaketlere neden olan düşman fikirler, dünya var olduğundan itibaren olduğu gibi birbirlerini elimine edebilmek için kıyasıya çarpışırlar. Bu savaş kıyamete kadar sürecek ve kesinlikle uzlaşma ve barış mümkün olmayacaktır. Yaratıcı Allah yanında olanların hükmen galip geleceklerine şüphe yoktur. Ancak oyun ve oyuncaktan ibaret dünyadaki kazanımlar, kimilerinin akıllarını karıştırıp teorilerin ve umutların içinde boğuldukları idrakini engellese de sonuç, Allah’ın hükmettiğinin dışında gerçekleşmeyecektir.

İnsanoğlunun mutlak güç olarak biyolojik ruhsuz bir beyni, bedeni ve fiziği önemsemesi; özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Allah, ruh, vahiy, melek, cin veya şeytan gibi mutlak varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, pozitivist kompleksin egemen olabilme hırs ve ihtirasından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları yine de gerçekleri gizlemeye yeterli olmamaktadır. Nedene değil de nasıla odaklattırıp nefsi öne çıkarmaları, insanların kandırılmasına kâfi gelmektedir. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sözde beyin hücrelerinin ürettiği sanılan düşünce, mantık ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve anlayışları ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece yaratıcı olabilme vasfıyla yazgıyı etkilenebileceklerini ve değiştirebileceklerini düşünmektedirler.

Mutlak güç ve yaratıcı olabilme hevesleri öyle haddi aşmış ki,  çaresiz ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakar ama yine de o doğa olayların yaratıcısını kabule yanaşmazlar. Öylesine bir reddiye içindedirler ki, akıllarınca yaratıcısız doğayı dizginleyememenin ama fikir almaktan da geri durmadıkları bilgileri elde ederlerken de yaptıklarından utanırlar. Onlara göre, edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgidir ama o bilgilinin nedenini ve gerçekçiliğini çözemezler.  

Zekâ ve korku ile ilgili hipotezleri de aynı saçmalıktadır.

Onlara göre; zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yapar. İçeri sızmayı, bir manada duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik ve zayıflık sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan pozitivist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur. İçgüdüyü kendilerinin bilinç dışı bir hali olarak kabul ederler. Çünkü içgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yönelmesi yüzündendir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu, bir bakıma bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Apaçık bir ikilem içinde çatışma yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır.

Fizyolojik ve fiziksel oluşumlara işlev kazandıran ruhun; akıl, zekâ, içgüdü, düşünce, duygu ve hafıza gibi değişik tanımlamalarla karşı karşıya getirilmesi ve çatıştırılması kabul edilemez bir yanlıştır. Sözde iradece bilinçli bilgi ve davranışları beyne, akla ve düşünceye, bilinç dışındakileri de içgüdüyle bağdaştırmak, hiçbir düşünce ve anlayışın mantık çerçevesinde yeterlilik vermemesi gereken bir kuramdır. Evrim yoluyla içgüdüsel bir kazanım ya da içgüdülerinde gelişme olduğu düşünülen canlıların neden bu gelişmiş halleriyle yaratılmayıp bazı nitelikleri sonradan kazanabildiğini yaratma kavramıyla örtüştürmek de imkânsızdır.

Meselâ, ölüm ötesi ile ilgili korku denen duygunun, inanca dayalı olsun veya olmasın, bilinçli ya da bilinçsiz bir içgüdü halinde ortaya çıktığı iddia eder ve burada inanç faktörünün çok önemli bir rol oynamadığı söylenir. Buna örnek, “Korkunun ecele faydası yoktur” sözü gösterilir. Her şeyden önce bir şeyin herhangi bir inanca dayanması, bilinçli ya da bilinçsiz olmasını mantıksal veya fizyolojik bir içgüdüye dayandırmak kadar akıl almaz bir paradoks olamaz. Öyle olsaydı, düşündüğünü ve inandığını zihninde ve duygularında çözümleyerek ve pekiştirerek ister bilinçli ister bilinçsiz kesinkes yapabilecek bir iradeye sahip olunur ve içgüdüsel gelişen her şey yaşama geçirilirdi. Peki, bunu engelleyen nedir? Korkunun ecele faydası olmadığı apaçık ortadayken neden korkuluyor? Veya cennetin sonsuz bir saadet olduğuna inanıldığı halde, neden ölümden kaçınarak dertsiz ve elemsiz mutlu bir hayat olan cennet tercih edilemiyor?

Teorilerine göre; bu noktada insanla hayvanı ayıran farkın hayvanın ölüm ötesi hakkında bir bilgiye sahip olmaması savunulur ve bunu doğuran etmenin ise, onun öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip bulunmayışı gösterilir. Bu yüzden de hayvandan bir mükellefiyetin beklenmediği düşünülür. Böyle olunca, içgüdülerinin gösterdiği yolda davranan hayvanın veri tabanında bir bilgi oluşmadığı öne sürülür. Yani, yerin iki metre altı ile ilgili en küçük bir korku duymamaktadır. Ancak yine de insanlar gibi ölümden korkmakta, rızık aramakta, çiftleşmekte, düzen kurmakta, üretmekte, yuvalarını inşa etmekte, yön bulmakta, tehlikelerden sakınmakta ve ölümle sonuçlanabilecek olaylardan şiddetle kaçmaktadırlar. Hayvanların bu davranışlarını, bu sefer hayvansal içgüdüyle özdeşleştirmektedirler.

Düşüncelerindeki böylesi açık çelişkileri savunabiliyor olmaları, ruhsuz fizyolojik bir fiziksel yaşam felsefelerindendir. İnsan olan ateistlerin, laiklerin ve diğer düşüncelerin ölüm ötesi hakkında inançları bulunmamasına rağmen, tıpkı hayvanlar gibi davranmaları, acaba öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip olmayışlarından mıdır? Öyleyse hayvanlardan ne farkları vardır? Beyinsiz olduklarından dolayı, onların da hayvanlar gibi bir mükellefiyetleri yok mudur? O zaman hayvansal içgüdülerle insansal içgüdüleri birbirinden ayıran ve veri tabanlarına bilgi gönderip yöneten ve yönlendiren kimdir? Eğer beyinsel, zekâsal ve iradesel özgür bir fizyolojik yapıya sahip isek, neden duygularımızı kontrol edemiyor, farklılaşabiliyor, düşündüğümüzü eyleme dönüştüremiyor, korkularımızı yenemiyor, dilediğimizi yapamıyor, kötülüklerden sakınıp iyiliğe yönelemiyoruz? Neden sıradan bir işgünün mutlu ve başarılı başlangıcı, insanın acı ve dehşet sonu olabiliyor? Acaba şartların ve değer yargıların düşünsel önemi fiiliyata geçirilebiliyor mu? Hayvanda olmadığı iddia edilen değer yargısı, nasıl bir yaşam enerjisiyle bağdaştırılarak ruhtan soyutlanabiliyor?

Pozitif bilimin keşfedemediği, üzerinde deneysel ne bir araştırma ne de hiçbir gelişme gösteremediği ve sadece deneylerde şekillendirdiği gen formasyonu, neden fonksiyonel özelliğini koruyamıyor ve inanılmaz paradokslara sebep oluyor? Örneğin, Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Eğer insan, yaşamın gayesini belirlemek, nasıl davranacağına kendisi karar vermek ve ölüm ötesini kabullenmek durumunda ise, neden hayvansal bir şuura, hatta daha da sapkın inanç ve düşüncelere sahip olabilmektedir?

Bilim ve teknolojinin popüler makyajının etkisinde kalan ve dönüşümün iradesel yanılgısını yaşayan toplumlar, kadersel yaratılışta ve düzende değiştirilemeyen yapıyı, değiştirebileceklerini ya da kozmetik manipülâsyonlarla sanki değiştirmeyi başarmışlarcasına propagandasını yaparlar. Ancak bilimin yozlaşarak gerilemesine yegâne etken, doğrudan pozitivist olmasındandır. Laiklik, toplumların ahlâki değerlerini mahvetmekle kalmamış, din gibi bilimi de katletmiştir. Dolaylı olarak bilimde gelişmelerden nasiplenerek varlık amacından sapmış, kurtarıcı ve mutlak irade sahibi "tanrı insan" yaratabilme adına pozitivistçilerin hilelerine alet edilmiştir. Olumsuzu iyiye çevirmek yerine yaratmaya yönelmişler ve onlarca sorunu çözümsüzlüğe terk etmişlerdir. Hâlâ asırlar öncesinin problemleri devam edebiliyor ve üremelerine engel olunamıyor ama dönemsel aralıklarla makyajlar dökülüp gerçekler ortaya çıkınca, motivasyon sağlayıcı hileli yönlendirmelerle çarklarını döndürüyor, sözde muhakeme edebilen insan da kanabiliyor.

Din dışı bilimin ve siyasetin aktörleri gelip gidiyor ama yalanları baki kalıyor.

“Pozitivizm niçinlerle uğraşmaz, ama nasılları iyi bilir.” Auguste Comte

Oysa nedeni bilmeyen nasılı bilemeyeceğinden kuramların ötesine geçilememektedir.

“Olayı gördüler de nedeni görmediler.” Pascal

Auguste Comte’ın tarihimizdeki etkisini biliyor musunuz?

Koyu bir ateist olan Fransız düşünür Auguste Comte, masonluk kanalıyla Osmanlı toplumunu dinden uzaklaştıracak telkinlerde bulunarak reformcuları örgütlemiştir. Comte, Tanzimat Fermanının mimarı mason Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektupta, Osmanlı halkının İslâm'ı bırakıp din olarak pozitivizmi benimsemesini tavsiye etmiş, böylece "faydasız olan siyasi birlik fikrinden", yani Osmanlı'nın ve dünya Müslümanlarının birliği düşüncesi olan hilafetten vazgeçilmesi gerekliliğini vurgulamıştı. Comte, Osmanlı halkına "Allah yerine hümaniteyi" benimsemelerini tavsiye ederek, Atatürk Türkiye’sindeki çağdaş referanslı ilk ateist temellerini attırmış ve ateist inkılâplarla hem Osmanlı Devleti yıkılmış hem hilafet ortadan kaldırılmış hem de İslam alelade bir kültüre dönüştürülmüştür.

"Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır. "İman et". İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır." Max Planck

Hiç yorum yok: