İnsanoğlu
fiziki çatışmadan daha korkunç bir fikri savaş içinde olup, pozitif bilimin
temsilcisi şeytan ile vahyin yaratıcısı Allah arasında ikilem yaşamaktadır.
Nefsi ağır basanlar pozitif bilimin yanında yer alıp kul olduğunu kabul edenler
Allah yolunda mücadele vermektedirler. Bir de her ikisine eyvallah diyenler,
yörüngeden çıkmış yıldızlar misali zillet içinde kaybolup gitmektedirler.
Asıl
korkulması gereken fiziki çatışmaya, savaşlara ve felaketlere neden olan düşman
fikirler, dünya var olduğundan itibaren olduğu gibi birbirlerini elimine
edebilmek için kıyasıya çarpışırlar. Bu savaş kıyamete kadar sürecek ve
kesinlikle uzlaşma ve barış mümkün olmayacaktır. Yaratıcı Allah yanında
olanların hükmen galip geleceklerine şüphe yoktur. Ancak oyun ve oyuncaktan
ibaret dünyadaki kazanımlar, kimilerinin akıllarını karıştırıp teorilerin ve
umutların içinde boğuldukları idrakini engellese de sonuç, Allah’ın
hükmettiğinin dışında gerçekleşmeyecektir.
İnsanoğlunun
mutlak güç olarak biyolojik ruhsuz bir beyni, bedeni ve fiziği önemsemesi;
özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Allah, ruh, vahiy,
melek, cin veya şeytan gibi mutlak varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr
etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak
değerlendirmeleri, pozitivist kompleksin egemen olabilme hırs ve ihtirasından
kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve
delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları yine de
gerçekleri gizlemeye yeterli olmamaktadır. Nedene değil de nasıla odaklattırıp
nefsi öne çıkarmaları, insanların kandırılmasına kâfi gelmektedir. Ne de olsa
gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sözde beyin
hücrelerinin ürettiği sanılan düşünce, mantık ve karşılığı olmayan teori,
felsefe ve anlayışları ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece
yaratıcı olabilme vasfıyla yazgıyı etkilenebileceklerini ve
değiştirebileceklerini düşünmektedirler.
Mutlak
güç ve yaratıcı olabilme hevesleri öyle haddi aşmış ki, çaresiz ve zorda kaldıklarında somut doğa
olaylarına bakar ama yine de o doğa olayların yaratıcısını kabule yanaşmazlar.
Öylesine bir reddiye içindedirler ki, akıllarınca yaratıcısız doğayı
dizginleyememenin ama fikir almaktan da geri durmadıkları bilgileri elde
ederlerken de yaptıklarından utanırlar. Onlara göre, edinilmeye değer bilgi,
beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgidir ama o bilgilinin nedenini
ve gerçekçiliğini çözemezler.
Zekâ ve korku ile ilgili hipotezleri de aynı
saçmalıktadır.
Onlara
göre; zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep
“dışarıdan” yapar. İçeri sızmayı, bir manada duyguları ve sezgiyi işin içine
katmayı kendisi için eksiklik ve zayıflık sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık
kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan pozitivist zekâların ortaya
koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur. İçgüdüyü
kendilerinin bilinç dışı bir hali olarak kabul ederler. Çünkü içgüdü ile
zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi,
bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa
taşarak maddeyi kullanmaya yönelmesi yüzündendir. Tıpkı mantık ile duygu misali
içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme
imkânından yoksun bulunduğunu, bir bakıma bir araya gelmeleri ihtimalinin
olmadığını gösterir. Apaçık bir ikilem içinde çatışma yaşamaları, mutlak
iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır.
Fizyolojik
ve fiziksel oluşumlara işlev kazandıran ruhun; akıl, zekâ, içgüdü, düşünce,
duygu ve hafıza gibi değişik tanımlamalarla karşı karşıya getirilmesi ve
çatıştırılması kabul edilemez bir yanlıştır. Sözde iradece bilinçli bilgi ve
davranışları beyne, akla ve düşünceye, bilinç dışındakileri de içgüdüyle
bağdaştırmak, hiçbir düşünce ve anlayışın mantık çerçevesinde yeterlilik
vermemesi gereken bir kuramdır. Evrim yoluyla içgüdüsel bir kazanım ya da
içgüdülerinde gelişme olduğu düşünülen canlıların neden bu gelişmiş halleriyle yaratılmayıp
bazı nitelikleri sonradan kazanabildiğini yaratma kavramıyla örtüştürmek de imkânsızdır.
Meselâ,
ölüm ötesi ile ilgili korku denen duygunun, inanca dayalı olsun veya olmasın,
bilinçli ya da bilinçsiz bir içgüdü halinde ortaya çıktığı iddia eder ve burada
inanç faktörünün çok önemli bir rol oynamadığı söylenir. Buna örnek, “Korkunun ecele faydası yoktur” sözü
gösterilir. Her şeyden önce bir şeyin herhangi bir inanca dayanması, bilinçli
ya da bilinçsiz olmasını mantıksal veya fizyolojik bir içgüdüye dayandırmak
kadar akıl almaz bir paradoks olamaz. Öyle olsaydı, düşündüğünü ve inandığını
zihninde ve duygularında çözümleyerek ve pekiştirerek ister bilinçli ister
bilinçsiz kesinkes yapabilecek bir iradeye sahip olunur ve içgüdüsel gelişen
her şey yaşama geçirilirdi. Peki, bunu engelleyen nedir? Korkunun ecele faydası
olmadığı apaçık ortadayken neden korkuluyor? Veya cennetin sonsuz bir saadet
olduğuna inanıldığı halde, neden ölümden kaçınarak dertsiz ve elemsiz mutlu bir
hayat olan cennet tercih edilemiyor?
Teorilerine
göre; bu noktada insanla hayvanı ayıran farkın hayvanın ölüm ötesi hakkında bir
bilgiye sahip olmaması savunulur ve bunu doğuran etmenin ise, onun öte yaşamın
varlığını hissettirecek bir beyne sahip bulunmayışı gösterilir. Bu yüzden de
hayvandan bir mükellefiyetin beklenmediği düşünülür. Böyle olunca,
içgüdülerinin gösterdiği yolda davranan hayvanın veri tabanında bir bilgi
oluşmadığı öne sürülür. Yani, yerin iki metre altı ile ilgili en küçük bir korku
duymamaktadır. Ancak yine de insanlar gibi ölümden korkmakta, rızık aramakta,
çiftleşmekte, düzen kurmakta, üretmekte, yuvalarını inşa etmekte, yön bulmakta,
tehlikelerden sakınmakta ve ölümle sonuçlanabilecek olaylardan şiddetle
kaçmaktadırlar. Hayvanların bu davranışlarını, bu sefer hayvansal içgüdüyle
özdeşleştirmektedirler.
Düşüncelerindeki
böylesi açık çelişkileri savunabiliyor olmaları, ruhsuz fizyolojik bir fiziksel
yaşam felsefelerindendir. İnsan olan ateistlerin, laiklerin ve diğer düşüncelerin
ölüm ötesi hakkında inançları bulunmamasına rağmen, tıpkı hayvanlar gibi
davranmaları, acaba öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip
olmayışlarından mıdır? Öyleyse hayvanlardan ne farkları vardır? Beyinsiz olduklarından
dolayı, onların da hayvanlar gibi bir mükellefiyetleri yok mudur? O zaman
hayvansal içgüdülerle insansal içgüdüleri birbirinden ayıran ve veri
tabanlarına bilgi gönderip yöneten ve yönlendiren kimdir? Eğer beyinsel,
zekâsal ve iradesel özgür bir fizyolojik yapıya sahip isek, neden duygularımızı
kontrol edemiyor, farklılaşabiliyor, düşündüğümüzü eyleme dönüştüremiyor,
korkularımızı yenemiyor, dilediğimizi yapamıyor, kötülüklerden sakınıp iyiliğe
yönelemiyoruz? Neden sıradan bir işgünün mutlu ve başarılı başlangıcı, insanın
acı ve dehşet sonu olabiliyor? Acaba şartların ve değer yargıların düşünsel
önemi fiiliyata geçirilebiliyor mu? Hayvanda olmadığı iddia edilen değer
yargısı, nasıl bir yaşam enerjisiyle bağdaştırılarak ruhtan soyutlanabiliyor?
Pozitif
bilimin keşfedemediği, üzerinde deneysel ne bir araştırma ne de hiçbir gelişme gösteremediği
ve sadece deneylerde şekillendirdiği gen formasyonu, neden fonksiyonel
özelliğini koruyamıyor ve inanılmaz paradokslara sebep oluyor? Örneğin, Darwin
ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin
çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Eğer
insan, yaşamın gayesini belirlemek, nasıl davranacağına kendisi karar vermek ve
ölüm ötesini kabullenmek durumunda ise, neden hayvansal bir şuura, hatta daha
da sapkın inanç ve düşüncelere sahip olabilmektedir?
Bilim
ve teknolojinin popüler makyajının etkisinde kalan ve dönüşümün iradesel yanılgısını
yaşayan toplumlar, kadersel yaratılışta ve düzende değiştirilemeyen yapıyı, değiştirebileceklerini
ya da kozmetik manipülâsyonlarla sanki değiştirmeyi başarmışlarcasına
propagandasını yaparlar. Ancak bilimin yozlaşarak gerilemesine yegâne etken,
doğrudan pozitivist olmasındandır. Laiklik, toplumların ahlâki değerlerini
mahvetmekle kalmamış, din gibi bilimi de katletmiştir. Dolaylı olarak bilimde
gelişmelerden nasiplenerek varlık amacından sapmış, kurtarıcı ve mutlak irade
sahibi "tanrı insan" yaratabilme adına pozitivistçilerin hilelerine
alet edilmiştir. Olumsuzu iyiye çevirmek yerine yaratmaya yönelmişler ve
onlarca sorunu çözümsüzlüğe terk etmişlerdir. Hâlâ asırlar öncesinin problemleri
devam edebiliyor ve üremelerine engel olunamıyor ama dönemsel aralıklarla
makyajlar dökülüp gerçekler ortaya çıkınca, motivasyon sağlayıcı hileli
yönlendirmelerle çarklarını döndürüyor, sözde muhakeme edebilen insan da
kanabiliyor.
Din dışı bilimin ve siyasetin aktörleri gelip gidiyor ama
yalanları baki kalıyor.
“Pozitivizm
niçinlerle uğraşmaz, ama nasılları iyi bilir.” Auguste
Comte
Oysa nedeni bilmeyen nasılı bilemeyeceğinden
kuramların ötesine geçilememektedir.
“Olayı gördüler de nedeni görmediler.” Pascal
Auguste Comte’ın tarihimizdeki etkisini
biliyor musunuz?
Koyu
bir ateist olan Fransız düşünür Auguste Comte, masonluk kanalıyla Osmanlı
toplumunu dinden uzaklaştıracak telkinlerde bulunarak reformcuları
örgütlemiştir. Comte, Tanzimat Fermanının mimarı mason Mustafa Reşit Paşa’ya
yazdığı mektupta, Osmanlı halkının İslâm'ı bırakıp din olarak pozitivizmi
benimsemesini tavsiye etmiş, böylece "faydasız olan siyasi birlik
fikrinden", yani Osmanlı'nın ve dünya Müslümanlarının birliği düşüncesi
olan hilafetten vazgeçilmesi gerekliliğini vurgulamıştı. Comte, Osmanlı halkına
"Allah yerine hümaniteyi" benimsemelerini tavsiye ederek, Atatürk
Türkiye’sindeki çağdaş referanslı ilk ateist temellerini attırmış ve ateist
inkılâplarla hem Osmanlı Devleti yıkılmış hem hilafet ortadan kaldırılmış hem
de İslam alelade bir kültüre dönüştürülmüştür.
"Hangi sahada olursa
olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu
yazıyı okuyacaktır. "İman et". İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği
bir vasıftır." Max Planck
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder