Fatih Sultan Mehmed’in bedduasıyla Allah’ın lanetine uğrayan Türkiye, başka hiçbir yerde emsalini bulamayacağınız öyle ahlaksızlık ve münafıklıkla özdeşleşmiş ki; hem çocuk pornosu izleme sapıklığında dünya birincisi, hem de uğruna yüzyıllarca savaştığı yüce dinini laiklik ve dinler arası diyalog adına haçlılara peşkeş çekebilecek kadar devşirilmiş bir ülke olmuştur.
Siyaset ve kamunun kendine göre bir ahlak anlayışı ve dini inancı; ortada ne aile ve iffet kutsiyetini ne de vahyi bırakmış, dolayısıyla yediden yetmişe bozulan insanlarımız, kendi özleri yerine batılla bütünleşmişlerdir.
Cinsel sapıklığın ve fantezilerin en dorukta yaşandığı Türkiye’de normal ve meşru ilişkiden heyecanlanmayıp tatmin olamayanlarla yığılmış; ya eşcinselliğe ya biseksüelliğe ya ensestliğe ya Sadomazohizmliğe ya da sübyancılığa eğilim duyarak, durdurulamaz bir hal almıştır. İnsanlar şehvetten öylesine uyarılmış bir ataktadır ki, tavana vurmuş cinsel açlığın giderilebilmesi için kimi eline geçirdiği hayvanlarla, kimi de ölülülerle dahi cinsel temas da bulunabilmektedirler. İnsani değerlerin tamamen yok olduğu dünyada, tüm ülkeleri geride bırakarak çocuk pornosu izlemedeki liderliğimiz, ahlak ve namusuyla timsal olmuş Müslüman milletimizin nasıl bir sapkınlık içinde bulunduğunu kanıtlamıştır.
Öncesinde bir kadının sadece elini görmek bile tatmine neden olurken, bugün ne çıplaklık ne de pornolar yeterli olmakta, lanetin doğrudan merkezi olan çocuklardan zevk alır hale gelmemiz, ahlaksızlığın nasıl korkunç bir sapıklığa sürüklendiğini ortaya koymaktadır.
Öyle ki cinsellikte sınır tanımayanlar; gerek sokakta, gerek gazete ve dergilerde, gerekse televizyonlarda her daim izlenilen cüretkâr erotizmi kâfi bulmayıp, evlerine ve işyerlerine de erotik resimler asarak veya figürler bulundurmak suretiyle çocuklarını ve misafirlerini tahrik ederek baştan çıkarmakla kalmayıp, mesailerinde dahi pornografik objelerle dolaşabilmektedirler. Fatih Altaylı adlı gazetecinin, milyonların karşısında taktığı pornografik çıplak kadın kol düğmelerini eşinin hediye ettiğini belirtmesi, kıskanç olup sahiplenme güdüsü taşıyan kadının bile nasıl sapıksal bir dönüşüme uğradığını ispatlamaktadır. Ki, ahlaklı Anadolu insanını yozlaştıran ve namus kutsallığını yıkan bu zihniyetler, var olan sapıklıkların azmettirici müsebbibidirler. Zaten İslam’a düşman olanlar, insana, ahlaka ve namusa da düşmandırlar, atalarının kanlarıyla yoğurup din ve namus uğruna müdafaa ettikleri vatanı, haçlılara teslim etmeye hazırdırlar. Yeter ki İslam ve Müslümanlar yok edilsin…
Sevgi, saygı, tahammül ve vicdanları körelten şehvet ve çıkarcılığın; erdemliği, adaleti ve merhameti muhafaza edebilmesi asla mümkün değildir. Yaratıcı Allah ve Peygamberlerine saygı göstermeyenlerin ve vahyi sindiremeyenlerin insana saygı duyabilmeleri; vicdanlı, namuslu, dürüst ve samimi davranabilmeleri imkânsızdır. Okun yaydan fırlaması misali alarm çalan libidonun patlaması kaçınılmaz bir sonuçtur. Nefisleri azdıran ve insanları uyararak kışkırtılmalarına sebep veren teşhirin depolanarak cinsel enerjiyi doğurması, sapkınlık derecesinde ahlak dışı sonuçları meydana getirmekte, nedene değil sonuca odaklanıldığından ahlaki çözüme ulaşılamamaktadır.
Ağzından ayet ve hadis düşürmeyen hocaları değil, bitkisel hayattaki hastaları bile uyarabilecek bir tehdit olan cinsel teşhirin gerekçesi ne olursa olsun Allah’ça yasaklanması, çağdaşlarca her ne kadar ilkel ve hürriyet kısıtlayıcı bulunsa da, sonuç ortadadır. Yaradılış fıtratını ve nefsin bir şeytan olduğu gerçeğini muhakeme edemeyenler, cinselliğin taşı bile etkisi altına alabileceği idrakini kavrayamıyor, sadece ne olduklarından bihaber kalp temizliğiyle kendilerini avutarak, nasıl cinsellik girdabına kapılıp binlerce belayı üstlendiklerini fark etmiyorlar. Birkaç saniyelik tatmin sonrası akılları başa getiren felaketlerle karşılaşıldığında, ne pişmanlık ne keşke ne de özür fayda ediyor…
Bu sebeple tacize, tecavüze, zinaya ve bin bir çeşit sapıklığa bulaşanların sevdikleri eşleri, hatta erkeğin birden fazla karıları bile olsa, heyecan güdüsüyle haramlara koşabilmesinin altında yatan sebepler yok edilmedikçe, tetikte bekleyen ve tatmin için fırsat kollayan en namusluların bile kendilerini koruyabilmeleri, ancak Allah’ın sebatkâr kılmasıyla mümkün olabilmektedir.
İslami çevrenin tanınmışlarından genç eşli Hüseyin Üzmez’le başlayıp iki eşli Cübbeli Ahmet ile devam eden “İslamcı şehvet düşkünleri” iddiası, dinsizi kadar dinliyi de nasıl mahvı perişan edip boyunları büktürdüğü, öyle psikolojik teoride ve çağdaşlık safsatasında anlatıldığı gibi bir hoşgörüyle karşılanmadığı, toplumun tepkisinden anlaşılmaktadır. Dolayısıyla cinsel teşhirin dinlisini de dinsizini de nasıl tehdit ettiği apaçık ortadadır.
Helal ve sevaplar kadar günah ve haramlarda insanoğlu için yaratıldığından, herhangi bir beşerin hata ve yanlış yapamaması mümkün değildir. Dolayısıyla açığa çıkan gayrimeşruluğu inkâra yeltenip; komplo, dublör, kumpas, iftira veya karalama gibi kendilerini aklama argümanlarına başvurmaları, doğruluğu ve ihlâslı bir tövbeyi doğradığından, işledikleri günahtan daha korkunç bir cinayete, hatta Allah’tan değil insandan çekinmelerinden dolayı gizli bir şirke de neden olmaktadırlar.
Bu sebeple günah ve suçları açığa çıkıp da inkâr edenlere cephe alıyor; Allah’a ve insana saygı duymaya, topluma dürüst davranmaya ve insan fazileti adına dosdoğru olmaya davet ediyorum. Ancak sözde iman ettikleri ahretlerini değil de dünyada kaybedecekleri itibarlarını düşündüklerinden, her gün zikrettikleri ayetler fayda etmiyor da benim öğütlerim mi işe yarayacak?
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44
Cübbeli Ahmet Hoca’nın kendisine isnat edilen zina suçunu kabul etmeyerek Nur süresi 6-7 ayetlere göre yemin etmesi, onu dinen masum kılmakta ve her müminin de yeminine inanarak hakkındaki iddialara katılmamaları Kur’an’i bir vecibedir. Nefsi ya da seküler yasalara göre değil, Allah’ın hükmüne göre yargıya varmak, her Müslüman’ın itaat etmesi gereken bir zorunluluktur. Çünkü yürürlükte olan yasalar din dışı olduğundan, dinin suç saydığı ama yasaların özgür bıraktığı fiillerden Müslüman’ların suçlanabilmesi apaçık bir ayırımcılıktır. Laik kanunlar, Müslüman-laik ayırımı yapmaksızın yasalarının gereği duruş sergilemeleridirler. Dolayısıyla kanunca suç sayılmayan fiiller, Müslüman’a suç sayılamaz.
Türkiye’de Atatürk’ün bir tanrı olduğu; hem Atatürk’ü koruma kanunuyla hem de Yargıtay da görülmüş bir ceza davasında hükme bağlanmıştır. 1992 yılında Yargıtay’ın aldığı karar; Allah’a sövüp saymanın suç olmadığıdır. Bu durumda Allah mı, yoksa Atatürk’ün mü tanrı olduğu aşikârdır. Yegâne ilkesi ve amacı İslam’ı ve ahlakı yok etmek olan CHP’nin, peygamberimize hakaret eden eski genel sekreteri Önder Sav’ın yargılanma sırasında söz konusu Yargıtay kararına atıfta bulunarak, Allah’a sövmenin suç olmadığı bir ülkede Peygambere hakaretin suç olamayacağını belirtmesi, sanırım başka bir açıklamaya mahal bırakmamaktadır.
Asıl tehlike ve şirk odur ki, insanların idol belledikleri önderlerini lahuti kabul ederek ilahmışlarcasına kayıtsız savunmalarıdır.
Ülkemizde Atatürk’ün dokunulmazlığı, kurtarıcılığı, ululuğu ve şartsız itaati gibi tanrısal sıfatları, gerek siyasi gerekse dini önderlere örnek olmuş, böylece sadece yaratıcı Allah’a ait olan nitelikler beşerlere de taltif edilerek; gücü, teşkilatı ve cemaati olanlar, birer gizli tanrı olmuşlardır. Maalesef insanlar, söz ile Allah-beşer ayırımını yapsalar da, fiiliyatta yaratıcıları Allah’tan ziyade beşere inanıp riayet ederek güvenebilmektedirler. İşte inançla imanın nasıl farklı kuvvetler olduğu, inandığı gibi iman etmemenin dehşetsi sapıklığı, münafıklığı tescil etmektedir.
“Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz” dediler.” Kamer 24
Cemaatlerin liderlerine olan putperestsi bağlılıkları yanı sıra siyasette de şahit olduğumuz en son sapıklık, AK Parti Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin adlı kişinin, “Başbakanımıza dokunmak bir ibadettir” inancı, Başbakanı nasıl Allah’la eşdeğer tutabildiğini kanıtlamaktadır. Oysa Allah’tan başkasına, velev ki peygamberler olsa bile dokunmanın ibadet olmadığı; ibadetin ancak Allah’a karşı gösterilen bir saygı, boyun eğme, tazim ve hürmet sonucu bir kulluk, dolaysıyla yalnız O’dan yardım dilenip mutlak gücüne iman edilen, hem dünya hem de ahret saadetine Allah’tan başkasının ulaştıramayacağına teslimiyettir. Ve ne yazık ki, kendini tanrılaştıran milletvekilini partiden ihraç etmeyen Başbakan, yoksa kendisini böylesi bir övgüye ve ibadete layık mı görüyor? Sanki diğer liderler farklı mı?
Cemaatlerin tamamında da aynı putperestsi inanç mevcut olup, hoca ya da şeyhlerini hatadan münezzeh gören bir itikada sahip bulunmalarından, ne yanlış işleseler derhal savunmaya geçer ve Allah’a gösterilmesi gereken peşin hükmü onlara karşı hissederek, uğurlarına canlarını bile feda ederler. Allah’ın ayetleri yalanlanıp alaya alındığında yahut elçisi Hz. Muhammed (S.A.V) aşağılandığında kıllarını kıpırdatmaz ama sıra efendilerine gelince, kendilerini yerden yere vururlar.
Yaptıkları suçlar ya da şirksel günahlarının yanlışlıkları ayetlerle kanıtlanarak eleştirildiğinde, hemen öfkeyle kabarır ve sizi din düşmanı, mason, hain ve Siyonist gibi etiketlerle yaftalarlar. Vahyin buyrukları ya da Peygamberin hadisleri, efendilerinin sözleri yanında bağlayıcı değillerdir. Zaten ayet ve hadisler, ancak efendilerince söylendiğinde kabul görür, eğer ayet ve hadisleri efendileri teyid etmedilerse, asla itibar göstermezler. Dolayısıyla her şeyi efendilerinin bildiğini ve yetki merciinin sadece kendileri olduğuna inanıp, dolaylı yollardan onları tanrı ya da veliahdı sayarlar. Laik Türkiye’nin cemaat ya da tarikatların her ne kadar tevhit yolunda olduğu sanılsa da, aslında Allah ve Resulüne olan inançsı ikrarları ve bazı ibadetleri yanıltmamalı ve kalplerinin efendilerini zikrettiği bilinmelidir.
Sözde taptıkları Allah’a dahi duyamadıkları heyecan, itaat ve aşkı, efendilerine duyabiliyorlarsa, onların Müslüman olabilmeleri mümkün müdür? Bu sebeple tehlikeli olan cemaat ve siyasi liderler değil, taparcasına sadakat duyan insanlardır. Öyle ki, efendi ya da liderlerinin hata ve yanlışlarını eleştirme veya hesap sormayı, Allah’a karşı gelmekten daha vahim addederler. Çünkü tevekküle değil kutsanmaya odaklıdırlar.
İnsana endeksli cemaat ve tarikatlara olan aşırı ilgi, kendilerini kurtarıcı tanrı ilan eden yabancı akımları da ülkemize çekmiş, yoga ve meditasyon gibi masum addedilen ruhi ve bedeni rahatlama taktikleri, dinsel ritüellere dönüşerek ibadete yönlendirmiştir. Yaratıcı Allah’ın ruhsal oluşu, insanları fiziki rehber arayışına itmiştir. Dolayısıyla lahuti olarak yüceltilmiş kimselerin herhangi bir yanlışları olamayacağı inancı, her türlü eleştiri ve kınamadan da yoksun bırakmıştır.
Gerek dinen gerekse siyaseten vereceğim örnek, şimdiye kadar ne demek istediğimi kısaca özetlemiş olacaktır.
Hz. Ömer, halka hitap ettiği bir gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Halktan biri hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak için, “Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu ve o adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Halka dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” açıklaması, Allah’a teslimiyetin bir göstergesiydi.
Yaptığı hataları yüzleyenleri dahi dostça ve sevgiyle bağrına basarak; “Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir“ diyebilen Hz. Ömer’in bir emsalini bulabilmek mümkün değilse, günümüzde erdemli, adaletli ve ihlâslı bir siyaset ve din adamını da bulabilmek mümkün değildir. Hatalarından dolayı kendisine yapılan eleştiri ve hesap sormayı hediye kabul edebilecek kadar üstün bir kemale erişmiş Hz. Ömer ile 21. Yüzyılın gurur ve kibrinden benliğini galebe çaldırmış din ve siyaset adamları kıyaslanıldığında, imanın ve insanlığın nasıl bir yok oluşla eridiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sadece onlara değil, onları şımartarak tanrılaştıran sapkın insanları lanetlemenin doğru olacağı kanısındayım.
“O, bir gurubu doğru yola iletti, bir guruba da sapıklık müstahak oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.” A’raf 30
İslam, her ne kadar kula kulluğu kaldırıp sadece yaratıcıları Allah’a kulluğu mukim kılmış ise de, adı özgürlük olan köleliğe koşmaları, şüphesiz lanetin bir sonucudur.
“İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.” Al-i İmran 90
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder