9 Ocak 2019 Çarşamba

İnsan kendini bilebilir mi?

Ya da kendisini bilebilme özgürlüğüne sahip midir? Yahut bilebilmesi fıtratı mı; nefsi midir?

Haydi, demokrasinin bayraktarı Sokrates’in görüşleriyle başlayım ki, kendisinin idol edinmiş çağdaşlarının çarpıklığını anlayabilelim.

Felsefe tarihinin ünlü düşünürü Sokrates, her şeyin insandan İbaret olduğunu düşünen bir deistti. Ömrünü hem yaşamın gizemini, hem insanları, hem de kendini inceleyerek ve sorgulayarak geçirmiştir. Sürekli olarak kendi bilgisizliğini, hiçbir şey bilmediğini söylerdi. Herkesçe bilinen sözü; “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”

Sokrates’in hayatında ne okulu, ne de yazdığı bir makalesi ve kitabı vardı. Hayatı boyunca hiç okula gitmemiş ve hiçbir eğiticiden ders almamıştı. Nerede bir kalabalık görse oraya sokulur ve konuşmaya başlardı. Onu daima zeki ve meraklı gençler kuşatır, o da büyük bir şevk ve heyecanla onlara yeni bilgiler öğretmeye çalışırdı. Bu sebeple Sokrates hiçbir şey yazmadığı için fikirlerini öğrencileri yaymıştır.

Ancak demokrasinin sanıldığı gibi hür bir ifadeyi değil, seküler bir totaliterliği savunan bir düşünce olduğu Sokrat’ın iktidara taşıdığı partisi tarafından idam edilmesiyle kanıtlıdır.  Çünkü o, temel kavramları araştırdığından ve tanımlamaya çalıştığından suçlu bulunmuş; devlet dinini yani düzenini bozmak ve gençleri baştan çıkarma gerekçesiyle idam edilmişti.

Sokrates’in temel felsefesi, bilginin insanda doğuştan olduğu, öğretmenin görevinin, öğrencide esasen var olan bilgileri hatırlatmaktan ibaret olduğuydu. O, sofistler yani öğretmenler tarafından tamamen yıkılmış olan bilimi, bozulmuş olan din ve ahlâkı kurtarmak istiyordu. Bunun için, ilmî, dinî ve ahlâki şüpheciliğe neden olan engelleri yıkmak ve yerine sağlam bir yöntem koymak istiyordu. Delphe Tapınağının kapısının üzerinde yazılı olan, “Kendini bil” vecizesi, onun hem yöntemine, hem de felsefesine temel olmuştur.

Yunus Emre’de “İlim, ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmez isen, bu nice okumaktır” düşüncesiyle kendini bilmenin önemine vurgu yapmıştır.  

Kendini bilmek, belli bir bilimin konusu değil, tüm bir bilimdir, yani bilimin kendisidir. Kendini bilen insan, yalnız gerçeği bulmaya yarayan mantık kurallarını keşfetmekle kalmaz, aynı zamanda ahlâki gidiş kurallarını, yani iyi ve kötüyü de bilir. Kendini bilmek demek, aynı zamanda, insanın kendi bilgisizliğini anlaması, yaratıcısı Allah’ın kulu olarak dilediğinin dışına çıkamayacağı gerçeğini bilmesi demektir.

 Ancak insan, kim olduğunu öğrenebilir ve kendini tanıyabilirse, peşine düştüğü ya hilkatteki eşini ya da yaratıcısı Allah’ı tanıyabilir.

Peki, yeterli mi?

Asıl sorun, insanın kendini, başka bir şeyi ve Allah’ı bilmesi kâfi değil, kavrayarak gereği gibi şartsız güvenmek suretiyle eyleme geçirebilecek özgür bir iradeye sahip olabilmesidir. Bu irade başarılabildiği takdirde, her türlü problemin çözülebilmesi, bilginin ve olayların muhakemesi, hata ve yanlıştan kurtulabilmesi, tecrübelerden, delil ve mucizelerden ders alınabilmesi ve yalandan uzaklaşılabilmesi mümkün olabilir.

Ancak nasıl?

Bir şeyi bilmek başka, bilineni yapabilmek bambaşka bir şeydir. Çünkü düşüncede var olan doğru veya yanlış fikirlerin eyleme dönüşebilmesi, yaşam kilidinin anahtarıyla mümkündür. İnsan olan bir yaratığın böylesi bir anahtara sahip olabilmesi ve o kilidi açabilmesini hakkında yazılmış olan kaderi engellemektedir.

Bir gün Makedonya Kralı İskender, seferden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?”

Kendini bilmek bedeni değil ruhidir! Ancak yaratıcı Allah idrak verip dilemişse, kim olduğunu öğrenebilir ve yüce zatından başkasına itibar ettirmez.

“Kendisine Allah'tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi kendi kendini de kurtaracak güçte değildi. Kehf 43

“Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Kuşkusuz dönüş Rabbinedir.” Alak 6-7-9

”Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.“ Maide 105 

(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez. Hadid 23

“Artık insan, kendi kendinin şahididir.” Kıyame 14


“Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. Bakara 255

6 Ocak 2019 Pazar

Türkiye'nin daha büyük sorunları varmış…

Bu sebeple ne Cumhurbaşkanı ne meclis ne bakanlar ne Ak Parti ne muhalefet ne devlet ne de millet Ayasofya’yı takmaktadırlar!

CHP’nin ihanetiyle Ayasofya Cami’nin haçlı güdümüyle müzeye çevrilmesi akabinde İslam kimlikli ve ecdat tutkulu(!) nice hükümetler başa gelmiş ama hiçbiri CHP ilkesinin dışına çıkmayarak, Fatih Sultan Mehmed Han’ın fethettiği Ayasofya’yı vasiyetine uygun hale getirmemiştir.  

Yıllar önceki bir Ramazan Ayı’nda,  Sultanahmet Cami’nde öğlen namazını kılmama müteakip Ayasofya’yı ziyaret etmek istemiş ancak başımda takke bulunmasından ötürü kapıdaki görevli takkeyi çıkartmam durumunda içeri alabileceğini söylemişti. Bunun üzerine itiraz ederek, takkeyi çıkarmayacağımı bildirmiş ve dolayısıyla içeri girememiştim.

Düşünülebiliniyor mu; ecdadımın binlerce can vererek Müslüman Türk milletine ve İslam ümmetine hediye ettiği Ayasofya’ya, takkeli bir Müslüman Türk olarak girememiştim. Oysa başta Fatih Sultan Mehmed Han, vezirleri, sadrazamları ve askerleri Ayasofya’da sarıklarıyla namaz kılmışlardı!

Kapıdaki görevlinin işgüzarlık yaptığını düşünerek, konuyu yetkili müdüre, bakana, başbakana hatta cumhurbaşkanına şikâyet etmeme rağmen hiçbir netice alamamış, sadece müdür bir yazıyla; “Ayasofya’nın bir cami değil müze olduğunu; dolayısıyla yabancılar açısından tekkeli girmeye müsaade etmediklerinibildirmişti.

Bugün ise, İslam kimlikli ve ecdat düşkünü olarak bilinen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti iktidarında Leyla Alaton adlı Siyonist bir iş kadını; gece yarısı Ayasofya’yı açtırarak, 150 kişilik bir dans grubuyla gösteri yapabilmektedir.

Takke ile girişe izin yok, soyunmaya ve dansa izin var!

Üstelik Müslümanlara meydan okunan bu skandal, gizli değil tamamen aşikâr. Leyla Alaton adlı yahudi, anlaşılan cumhurbaşkanlığı seviyesinde bir yetkiye sahip olmalı ki, söz konusu çıplaklığı ve dansı sosyal medya platformundaki Instagram hesabından paylaşabilme cüretkârlığında bulunabilmiş.

Gerçi geçtiğimiz Ekim ayında Marisa Papen isimli bedeni üzerinden para kazanan fahişe bir manken, Ayasofya Camii ve Türk bayrağı üzerinde fotoğraflar çektirmemiş miydi?

Zaten Ayasofya’dan sorumlu Kültür ve Turizm bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un açıklamaları, skandalın izniyle gerçekleştiği kanıtlamaktadır.

Diyor ki; "Bir saat önce öğrendim. Güvenlik kayıtlarını da izledim. Pazar günü değerlendireceğim. Münferit bir hareket ama Ayasoyfa manevi değerleri yüksek bir yer. Hassas olmak lazım. Herkesin dikkatli olması lazım. Yapanın bilinçli olduğunu sanmıyorum. Bir daha böyle bir şey olmaması için gerekli önlemleri alacağız. Bununla ilgili kararları alacağız. Türkiye'nin daha büyük sorunları var."

Lafa bak lafa! Yapılan hareket münferitmiş; bilinçli olduğunu sanmıyormuş; Türkiye'nin daha büyük sorunları varmış.

Peki, neden Cumhurbaşkanı Erdoğan sessiz ve sorumlu bakanı görevinden azletmesi bir yana desteklercesine suskunluğunu sürdürebilmektedir?

Müslüman bir Türk vatandaşını takke taktığı için Ayasofya’ya sokmayan devlet, gece yarısı Alaton ve 150 dansçının Ayasofya’ya giriş kapılarını açtırmak suretiyle soyundurarak dans yaptıran değil midir? Söz konusu gösteri, Neve Şalom Sinagogu veya patrikhane de yapılabilir miydi?

Ancak gözü para ve böbürtü bürünmüş bir düşüncenin her şeyi mubah sayması lanetini tamamlamaktadır.  Dolayısıyla iki cihan sultanı Fatih Sultan Mehmed Han’ın vasiyeti ve Ayasofya Vakfiyesiyle ilgili bedduası önemsenmemektedir. Onlara göre Fatih’in bedduası, laneti ve vakfiyesini ele almaktan önce Türkiye’nin daha büyük sorunlar var.

Oysa beddua ortada dururken; nah Türkiye’nin sorunlarını çözebilirsiniz!

İşte Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin Ayasofya Vakfiyesinde yer alan vasiyeti;  “İşte bu benim Ayasofya vakfiyem; dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse; ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamberin, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin, onların haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, Allah’ın azabı onlaradır. ALLAH İŞİTENDİR, BİLENDİR.

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır." Bakara 114

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar. “ Furkan 44

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır. A’raf 179

4 Ocak 2019 Cuma

Günahı meşrulaştıran…

Din adamları öyle bir algı oluşturmaktadırlar ki, kendilerini Allah ve elçisi Resul’ünün yerine koyarak İslam dışı düşünceler lehine manipülasyon yapmaktadırlar.

Nasıl ki, doğrudan yapılan bir inkâr, benlik ve gururdan meydana gelen bir günah ise, inkâr edilmeksizin yapılan ihlaller, uyulmayan ibadet ve bilumum hükümlere itaatsizlikte bir günahtır. Dolayısıyla günah, Allah nezdinde bir suçtur; ister inkârcı ister inanmış olunsun!

Esas olan, Allah’ın hükmettiği şeye riayet edilip edilmemesidir.  Diğer bir ifadeyle, Allah’ın hükmettiği bir işe inanmış bir müminin kendi yahut başkalarının isteklerine ya da hoşgörü adına seçme hakkı bulunmamasıdır.  

Affedilmesi mümkün olmayan Allah’a ortak koşmak olduğuna göre; şirksiz bir günah mümkün değildir. Çünkü nefse uyma, zaten şirkin ta kendisidir!

İnkâr eden ile etmediği halde Allah ve Resulüne tevafuk etmeyenler arasındaki fark, kâfir ile münafık aralığı kadardır. Sonuçta her iki düşüncede nefis öne çıktığından günahın aleni ya da gizlilik içermesi veya doğrudan yahut dolaylı olması şirki ne ortadan kaldırır ne masumlaştırır ne de birbirinden farklı kılar.

Tövbe hem inkârcıyı hem de inananı kapsayarak günah boyutundaki tasarruf Allah’ın iradesindedir. Dolayısıyla din adamlarının ayırımcı ve ayet dışı yorumsu yargıları tamamen bir şirktir. Bu sebeple hoş görünebilmek maksadıyla yapılan kayırmalar küfürsü bir yetkisizliktir.    

Dille ikrarın yeterli olmadığı imanda zaruri olanın amel, fiiliyat yani davranıştır. Çünkü kalpte saklananları açığa çıkaran fiziki özeliktir. Ancak örf, adet, gelenek ve çıkar doğrultusunda meydana gelen fiziki özellikler her ne kadar İslami bir algı doğurmuş olsa da, riyakârlığı ve hainliği yok sayabilmek de mümkün değildir.   

İslam adına ahkâm kesen din adamlarının inkâr ile inandığı halde günah işleyeni farklı mütalaa etmeleri Allah ile öyle bir alaydır ki, vahiy ve sünnet yerine hüküm koymaktır.  Çünkü Kur’an’da inkâr edenle, inanan bir günahkârı ayrı tutan hiçbir ayet bulunmamakta; inanana hükümlere uymama gibi bir salahiyet tanınmamakta; günah her ikisi için suç sayılmaktadır.

Şöyle ki, yanınızda çalışan bir işçiyi, direktifiniz altında görev yapan bir memuru yahut emrinize bağlı bir askeri düşünün. Her biri patronuz, amiriniz veya komutanınız olduğuna inanarak saygıda kusur yapmamaktadırlar. Ancak kendilerine tevdi ettiğiniz görevleri yerine getirmemektedirler. Haydi, o günü geçiştirerek kendilerini affediyorsunuz. Lakin ertesi gün ve daha sonrada aynı tavrı sergilediklerinde, “ulan benimle dalgamı geçiyorsunuz” diyerek kovup müeyyide uygularsınız. Ya da baştan sizi inkâr ederek tanımamaları durumunda yine kovulma süreci yaşanıyor ise, aralarındaki fark nedir?

Hümanist, seküler-laik ve demokrasi bakışıyla İslam üzerine getirilen yorumlar sapıklığı ne hafifletir ne yok sayar ne de küfürle yaftalamaktan uzaklaştırır.

Kur’an hakikati odur ki, Allah ve vahye muvafık Resulünün hükmettiği kuralların aynen tebliğ edilmesi; hiçbir şart ve koşulda eğilip bükülmemesi, ateizm ve deizm misali inkâr ve inanç konusunda buyruk dışı bir ayırıma gidilmemesi ve amelsiz bir inancı masumlaştırırcasına teşvik edici bir meşruiyette bulunulmamasıdır.   

İnkârcının lanetlenip, amel etmeyen inanç sahibini iman ehli görmek öyle bir fitnedir ki, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Gerek temize çıkmak gerek affetmek gerekse tövbeleri kabul etmek ALLAH’ın inisiyatifinde ise, ruhbanlıkta olduğu gibi günah çıkartırcasına inkâr eden ile inandığı halde yüz çeviren ayrı tutulamaz.

Hidayete ulaştırmak, doğru yola eriştirmek, sapıklıktan uzaklaştırmak, inkârdan vazgeçirmek, imana kavuşturmak, amelle şereflendirmek yalnızca ALLAH’a mahsus ise, sen kimsin ki, hoşgörü edebiyatıyla ilminle ahkâm kesebiliyorsun?  

(Bazı insanlar:) «Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik» diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

“Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmazsın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.“ Lokman 33

“İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir. Nisa 137

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip «Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız» diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa 150-151

31 Aralık 2018 Pazartesi

İnsana verilen ilk ceza…

Ki, o ceza dünyada değil cennet sathında verilmiş ve insanoğlunun akıbeti için öyle bir uyarı olmuştur ki, asiliğin müeyyidesel bir belası kılınmıştır.  

İlk insanlar Âdem ve Havva’nın cennetten kovulmalarına neden olan yasak ağacın meyvesini yediklerinden olmuş; dünyaya indirilmelerinden önce çıplak bırakılmalarıyla ilk ceza kesilmiş oldu.

Günümüz düşünce düzeyinde modernlik ve özgürlük ölçüsü olan çıplaklığın nasıl bedbaht bir suç olduğu dünyaya bırakılmayıp cennette verilen cezayla kanıtlıdır. Şeytanın Hz. Âdem ve Havva’nın akıllarını karıştırmış olmasının aynısı bugünde sürmekte; şeytanın vaat ettiği “ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatını gösteriyim mi” yalanı misali çağdaşlıkla insanlar çıplaklaştırılmaktadırlar.

O yasak ağacın meyvesini yemeleri akabinde dünyaya kovulmadan önce Âdem ve Havva’nın üstündeki örtülerinin çıkarılarak mahrem yerlerinin ortaya çıkması ve üstlerini örtebilmek için cennet yapraklarıyla kapatmaya çalışmaları çıplaklığın fevkalade harami önemine bir vurgudur.  

Yaratıcı Allah’a isyan esası olan çıplaklılığı çağdaşlıkla manipüle ederek ilericilik olarak dayatan insan maskeli şeytanlar, ancak insana mahsus örtüyü gericilik ve çağdışılık olarak sunmuşlardır.

Her ne kadar insanın doğuştan gelen fıtri arzularının hiç birisi inkâr edilemez ise de, yaratıcının koyduğu kurallar doğrultusunda meşru yoldan gözetilmesi ve tatbiki kayıtsız-şartsız bir yükümlülüktür. Bu sebeple İslam’ın insanlar adına yaptığı ilk değişiklik, medeniyetin ifadesi olarak çıplakları örtmektir. Zaten insanoğluna verilmiş cennetteki ilk cezada çıplaklık üzerine değil mi?

Çağdaşlığın bir terakkisi olarak kabul edilip, örtünmeyi gericilik, ilkellik, cehalet ve iticilik olarak görülmesinin aksine örtünme, medenileşmenin bir sembolüdür. Çünkü yaratıcı Allah’tan başkası daha çok medeni olamaz; yarattığı insanın ruhsal ve bedensel namusunu bilemez!
Aslında insanın doğuştan getirdiği saf ve temiz duyguları; gerek ruhi ve gerekse bedeni ayıpların açığa çıkmasını istemez, utanır hatta tiksinir. Çıplaklığı güzellik olarak değerlendirmek doğrudan doğruya tabii zevk duygusunun sönmesinin bir ifadesidir.
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yasak ağaçtan yemeleri bir suç; çıplak kalmaları o suçun bir cezası, cennetten kovulup dünyaya gönderilmeleri insanoğlunun bir akıbetidir!
Daha fazla detaya girmeyecek; inat ve ısrarla inkârda ve şüphede bulunarak şeytan misali bahane uyduranlara ALLAH yeter!
“Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.” Ta-Ha 115

“Bir zaman biz meleklere: Âdem’e secde edin! demiştik. Onlar hemen secde ettiler; yalnız İblis hariç. O, diretti. Ta-Ha 116
  
Bunun üzerine: Ey Âdem! dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!” Ta-Ha 117

Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.” Ta-Ha 118

Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.” Ta-Ha 119

Derken şeytan onun aklını karıştırıp «Ey Âdem! dedi, sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?» “ Ta-Ha 120


Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.” Ta-Ha 121

27 Aralık 2018 Perşembe

Ezber bir işkencedir!

Dolayısıyla asıl eğitim hayatın ta kendisidir; çünkü hayat, idrake götüren yegâne bilgidir.

Öğrenilmesi gereken hiçbir şeyin seküler-laik okullarda öğretilmeyerek gerçekle
İlişkilendirilmemesi öyle fevkalade elem vericidir ki, ezbere dayalı müfredat ve pozitivist düşünce düzeyindeki yaşamla özdeşleşmeyen kuramlardan dolayı nice insanların, özellikle mucitler gerçekleştirmiş bilim adamlarının okullarını terk etmelerine sebep olmuştur.

Yaşanılan hayatla eşdeğer olmayan her türlü bilginin çöpsel donatılar olarak hafızalara yük olması, sırtında binlerce kitap taşıyan merkepten farksız hale getirmiştir.Teoride öğrenilenlerin pratikte uygulanamaması ve hiç okula gitmemişlerin yardım ve desteğine muhtaç kalınması, seküler-laik eğitimin atıllığını kanıtlamaktadır.  

Sahip olunan ilim, ne kadar akademik ve şöhretli olursa olsun, yaşamın gerçekleriyle örtüşmemesi, o bilginin mezardaki cesetten farksız olduğunu ortaya koymaktadır. Ezbere dayalı bilgi ancak nefsi tatmin eder. Tıpkı kütüphanede sıralı ciltler misali! Dolayısıyla yaşama indirgenemeyerek kesin bir eyleme dönüştürülemeyen bir bilgi güç değil, atıl bir dolgu malzemesi, süs veya şöhrettir.    

“Bir şeyi ezberlemektense her türlü cezayı çekmeye razıyım. Einstein

Muhakemeden yoksun ezber öyle bir zehirdir ki, idraksizliğin yegâne sebebidir. Bu sebeple ticari bir çıkar taşımasından ışık saçmamakta; böylece her sese kulak verilmesinden tartışmaların önü kesilmeyip, laf cambazlarına sahneler dar gelebilmektedir.     

Bedeni ve ruhi her şeyde bir neden vardır; dolayısıyla nedensiz hiçbir şey yoktur. Lakin ruhun dürtüsüyle eylem kazanan bedenin tek başına ele alınmasıyla cehalet bilimselleştirilmiş; dolayısıyla ruhsuz bir beden eğitimselleştirilmiştir.  

Mucit bir bilim adamı olan B. Pascal der ki; “Bilimin azı Allah’tan uzaklaştırır, ama çoğu O’na götürür.” İşte pozitif bilim ve seküler-laik eğitimin icat edemediği ruhu reddetmesiyle gerçeklikten çıkan bilgi, idraksiz bir ezberciliğe dönüşmüştür.

İskoçyalı fizikçi ve matematikçi Maxwell, Cambridge’deki öğrencilik yıllarında öğrenmeye zorlandığı onca saçma şeyin neye yarayacağını düşünüp, seküler-laik eğitimi sorgulamıştı.

Şöyle bir şiir yazmıştı:

Tüyleri yolunmuş sıska bir kaz gibi
Titrek bir sesle sordum kendime
Okuduğum bütün o her şeyin
Yarayıp yaramayacağı işime.

Oysa asıl işlenmesi gereken ölümdür ama seküler-laik bir eğitimde ölüm konu edilmez;  pozitivist ve rasyonalist bilim ise ölüm gerçeğinden kaçarak, hiç ölünmeyecek bir dünya varmışçasına insanları aldatır.   

Dilediklerine kavuşamamış; pozitif bilgileriyle özleşememiş; iradeye sahip olamamış; arzu ettiği hedefe ya ulaşamamış ya muhafaza edememiş ya da kalıcı olarak elinde tutamamış ve düşüncelerini fiiliyata geçirememiş bir kimsenin, bir başkasına örnek ve faydalı olabilmesi yahut yarar sağlayabilmesi mümkün değildir. Söze değil fiile, bilgiye değil uygulamaya, düşünceye değil iradeye, referansa değil sonuca, sanala değil gerçeğe, yaratılana değil Yaratıcı’ya önem vermeyen bir eğitim, yenilgiden başka bir şey değildir.

Düşünce ve ilmi sadece yüzeysel ve ezbersel bilgilere, kuramlara, teorilere, rivayetlere, kariyerlere ve hurafelere dayandıran kimselerin yapamadıkları, yaşamadıkları ve tatmadıkları bir şeyin heyecanını, etkisini ve anlamını bilebilmeleri ve hissedebilmeleri mümkün olamaz. Bu sebeple, peygamberler bile, her ne kadar inanılmaz mucize ve bilgilerle donatılmışlar ve sebatkâr kılınmak suretiyle seçilmiş olsalar da, etkin olabilmeleri ve gerçekleri kavrayabilmeleri için olayları bizzat yaşamış, kıyaslanabilmiş,  korkuları, ızdırapları, sevinçleri ve tehlikeleri en derinliklerinde tecrübe edinmişlerdi. Ancak bu badireleri yaşayıp inkârda ısrar edenler ya da yaşamadıkları halde iman edenler, Allah’ın dilediğini hidayete, dilediğini ise saptırdığına dair bir Mutlak İrade’sidir.

Bilmek demek olmayan ezber, aslında muhakemeye yani akla yapılan öyle bir ihanettir ki, önyargıyı üstün kılan bir basiretsizliktir. Baki olan her şey yazıldığı gibi gelişir ama fani olan hiçbir şey düşünüldüğü ya da ezberlendiği gibi gelişmez, hatta aksi bir oluşumla karşılaşılır.

Fotoğraf, çektiren, çeken ve bakan olmak üzere üç safhayla nitelendirilir ancak ne çektiren, çeken ile, ne çeken, bakan ile, ne de bakan, çektiren ve çeken ile aynı düşünce ve duyguları paylaşır. Dolayısıyla fotoğraf, her ne kadar görsel bir belge niteliği taşısa da, düşünce ve duygular da göksel yani ruhsal bir güdü olarak onları meydana getirir; lakin iç ve dış yansımalar çok farklıdır.

Birçok olay yaşamış tecrübeli biriyle hiçbir şey yaşamamış ama çok şey bilen bir ezbercinin kıyası mümkün olmasa da, seküler-laik düşünce doğrultusunda çok daha fazla bilen olunabilinmektedir.     

Maddenin diğer bir ifadeyle bedenin fiziksel yapısını, ruhun akılsal gücü yönlendirmektedir. Tıpkı gerçekle sanal, makyajla doğallık gibi! Birçok olay yaşamış tecrübeli biriyle, fotoğraf yorumlayan eleştirmenin arasında çok büyük fark vardır. Gerçek her şartta fotoğrafçıyı yok eder. Aynen Pulitzer ödülü sahibi Kevin Carter’ın intihar etmesi misali! İşte bu yüzden ezberci ve çıkarcı din ve bilim adamları, politikacılar, psikiyatriler, teorisyenler ve stratejisiler gerçekleri anlayamamakta, gereği gibi kavrayamamaktadırlar.

“De ki: Bizim için Allah’ın yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim sahibimizdir. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

“Biz gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebep olsun diye yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” Duhan 38-39

(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.“ Enam 104


“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” Kıyame 36

22 Aralık 2018 Cumartesi

Gelecek ölümdür!

Diğer bir ifadeyle ahirettir.

İster hızlı yaşayıp genç ol; ister yavaş yaşayıp ihtiyar ol; ister dünyanın kralı ol; ister sokaklarda sürünen bir çapulcu ol; ister müebbet bir hapse çarptırılmış ol; ister her türlü nimete kavuşmuş bir keyfiyete sahip ol; ister sağlıklı ol; ister hastalıklı ol; ister çok iyi ol; ister çok kötü ol; ister tedbirli ol; ister emniyetsiz ol; ister bilge ol; ister cahil ol; ister kuvvetli ol; ister zayıf ol; ister sarp ve sağlam kalelerde yaşamış ol; ister örümcek ağı misali fevkalade dayanıksız bir barınakta ol; ister güzel ol; ister çirkin… 

Her ne olursa olsun yaratıcı Allah’ın ‘o kitap’ta yazdığı ecelin dışına çıkma gibi bir seçenek olmadığına göre; ölümden başka bir gelecek olabilir mi?

Her canlının, kaderin hükmettiği olayları yaşamaya mahkûm olduğu bir evrende her birey veya millet, haklarında yazılanları eksiksiz tatmakla yükümlüdürler. Zaten yaşanılanda o yazgının bir sonucu değil midir?

Bu sebeple ölüm; güç, emniyet, tedbir, modern yaşam, aydınlık, başarı, zafer, bilim ve teknoloji gibi övgülerin nasıl safsatadan ibaret olduğunu ispatlamaktadır.

Peki, sorun nedir diye sorulacak olursa; süratle unutulan gerçekten kaçılarak fani âlemin aldatıcı düşüne kanılmaktır.

Fiziğin görsel cazibesi gözünüzü kör ederse, gelecekte sizi bekleyen ölümsel gerçeğin inanılmaz dehşetini göremezsiniz.

Bedenin yani fiziğin fani olup da ruhun baki oluşunu, diğer bir ifadeyle bedenin ölüp ruhun ölmemiş olmasının sebebini hiç düşündünüz mü? Öyle ya; herhangi bir canlı ruh ile bedenin bütünleşmesinden meydana geldiğine göre; sadece beden ölerek ruhun berzaha çekilmek suretiyle diri kalması, şüpheyi ve inkârı gideren yegâne anahtardır.  
.
Yaratılmış olan varlıkların bilgi ve güçleri etkilememeli ve onun hiçten var olmuş ölümlü bir yaratık olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Artık, her şey öylesine çığırından çıkmış ve aldatma teknolojisi ilerlemiş ki, herkes kendini doğrudan veya dolaylı olarak kudret sahibi birer tanrı gibi görmeye başlamıştır. Nereye kadar? Her an yaşanılan felâketler, facialar, kayıplar ve ölümlerle karşılaşılıncaya dek!

Platon, Kanunlar III eserinde, “İnsanlar, her nedense, felâketleri garip bir şekilde unutmuşlardır” diyerek, asla unutulmaması gereken şeylerin unutulma sebebini çözememiştir.

Geçmiş ve gelecekteki iyi veya kötü olayların, korku ve felâketlerin, ölümlerin hafızadan silinebilmesi veya unutulabilmesi, ancak ruhsal müdahaleyle mümkündür. Herhangi bir olayın dış bir müdahaleyle veya istence bağlı bir iradeyle etki altına alınarak şuurdan bilinçaltına itilip denetlenebilmesi asla söz konusu değildir. Çünkü soyut oluşumlar, soyut olan ruhun direktifiyle nüksetmekte ve ruhsal akış, ‘o kitap’taki, programsal düzeneğe göre faaliyetine devam etmektedir. Aksi takdirde hiç kimse hata ve yanlış yapmaz, her türlü olumsuzluklar eğitim, ceza, yasa, tedbir, güç, baskı ve tecrübelerle kontrol altına alınarak etkileşme, denetleme ve sabitleşme sağlanabilirdi. Böylece ölümünde önüne geçilebilirdi!

Dünya, içindeki gerçeklerle her ne kadar ortadaysa da bir şekilde idrak edilemiyor, Mutlak İradenin her ruh için yazdığı yazgı anlaşılamıyor ve gereğini yapabilecek beşeri bir akıl ve irade ya bulunamıyor ya da icat edilemiyor. Bir kimsenin uzman, tecrübeli, yetenekli ya da hakikati bilmesi, yanlış veya hata yapmayacağı demek değildir. Nasıl ki çok iyi bir yüzücünün bir karış suda boğulması; çok iyi bir şoförün inanılmaz kazayla can verebilmesi; seçilen bir liderin iktidar olamaması, bir bilgenin öğretisiyle zarar görmesi ve başkalarına vermesi gibi her insan, ister dilesin ister dilemesin, kaderin hükmü doğrultusunda hem rezil hem de vezir olabilecek bir yaşamı sürdürmek zorunda ise, gelecek nedir ve beşerin iradesi mümkün müdür?

Daha yaşadığı günün bir saniye sonrasından habersiz insanın geleceği merak ya da kaygı edinerek ailesi, yakınları ve ülkesi lehine güttüğü parlak gelecek, kaçıp korkarak şer gördüğü ölüm değil de nedir? Kastettiği parlak gelecek ölümden başkası olmayacağına göre, ölüme ve ahirete direnebilmesi nasıl bir düşüncedir? Dolayısıyla gelecekle ilgili her şeyin fiziki belirsizliğini koruması, ruhsal belirliliği kanıtlamaktadır.

İnsan benliğindeki sonsuz heves, arzu ve ihtirasın süresi, ancak başına gelecek musibeti tatmasına kadardır. O an, dünyaya karşı duyduğu ihtiyaç fazlası isteklerden vazgeçer ve belâdan kurtulabilme arayışına girerek can derdine düşer. Böylece dilediği her şeyin hile, aldatma ve görüntüden ibaret bir yalan olduğu gerçeğini anlasa da, olumsuzluklardan kurtulması akabinde yeniden nefsi coşarak eski doyumsuzluk girdabına kapılır. Ne zamana kadar? Yeni bir fecaat ve sıkıntıya kadar!

“Bir kimseyi inada kapılmış çekişmeci ve kendi görüşünü beğenmiş görürsen bil ki, onun ziyanı tamamdır.” Hz. Muhammed

Geçmişte olanların gelecekte renk, dekor veya maske değişerek aynen devam etmesi, aslında her şeyin anlaşılmasına yeterli olmakta ve imanın kabulünü kolaylaştırmaktadır. Gerçi dilenilen yapılamadıktan sonra, inanmış veya anlamış olmak dünyada hiçbir şey ifade etmese de, ahirette karşılığının mevcut olduğu vahiyle mutlaktır.

Esasen mesele ölüm öncesi değil sonrası olmalıdır; çünkü dünya fani, ahiret ise bakidir! Dolayısıyla geleceği ölüm olanın, gelecekle ilgili hayat ve ebedilik vaadi apaçık bir yalandır!

“Resulüm de ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün. Çünkü onların çoğu müşrik idi.” Rum 42

 “O halde, yaratan, yaratmayan gibi olur mu? Hâlâ düşünüyor musunuz?” Nahl 17

 “Göklerde ve yerdekiler ister istemez Allah’a teslim olduğu halde onlar, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki O’na döndürüleceklerdir.” Al-i İmran 83

“Senden azabı çarçabuk (getirmemi) istiyorlar. Eğer önce den tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat yinede, farkına varmadıkları bir sırada o kendilerine mutlaka gelecektir.” Ankebut 53

“De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” Secde 11


“Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez, ve onu geciktiremez.” Hicr 5

“Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edecek veya en çetin bir şekilde azaplandıracağız. Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır.“ İsra 58


“Nice ülkeler var ki, zulmedip dururlarken onlara mühlet verdim. Sonunda onları yakaladım. Dönüş yalnız banadır. Hac 48

19 Aralık 2018 Çarşamba

Hayvanların en kötüsü…

Düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.

Peki, kimdir o sağır ve dilsiz hayvanlar?

Hayvanlar âlemi önyargısız irdelendiğinde, insan âlemiyle olan farklılığının sadece düşünce, akıl, kavrama ya da idrak olduğu anlaşılabilecek kadar alenidir. Akıl, her ne kadar insanı hayvandan üstün kılan bir muhakeme gücü ise de, yaratıcısına karşı olan yükümlülüğün ifası açısından fıtratsal hayvan gibi, hatta daha da aşağı olunabilmektedir.

Biri insan, diğerinin de hayvan olması dışında ikisi de ümmet ve kul ise, örtünün altında ne olduğu idrak edilebilindiğinde gerçeğin üstünün örtülü ve erişilmez olmadığı anlaşılabilecektir.

İnsan ile hayvan ya da yaşam ile ölüm arasında iddia edildiği gibi bir giz yoktur. Ancak yalan içinde bocalayanların karşılaştıkları soru vardır ki, o sorununda yanıtı yaşadığı ya da yaşam sonrasındaki gerçekliktedir. Dolayısıyla ruh gerçeği inkâr edildiğinden hayvanlar için olmayan soru, düşünmeyen hayvan olan insan için hep sorun olmuştur. 

Oysa yaşanılan tecrübe ve sahip olunan kanıtlar gerçeğin tartışılmaz delilleridir ama insan elindeki ışıkları görememektedir.

Altyapısı yani çekirdeği yaratıcı nezdinde son derece iptidai olan insanın bir meniden nasıl biçim alarak güçlenmek suretiyle dayanıklı bir hale getirildiği ruhuyla orantılıdır. Dolayısıyla hayvanlarında aynı evrelerden geçip binlerce cinse ayrılarak çeşitli görev ve sorumluluklar paylaştırılması ve aynı düzen içinde bölüştürülmesi açık bir ispattır.

İnsan ve hayvan âlemi incelendiğinde, temelde zaruri olan ihtiyaçları farklılık ihtiva etse de özde paraleldir. Ancak işlev, görev, amaç, arzu ve hedeflerin değişik olması insanı halifeliğe yükseltip üstün kılan bir özelliktir.

İnsan, dokunamadığı ve göremediği bilinmeyenleri ilginç bulup merakta sınır tanımayarak, açığa çıkarabilmek adına haklarında senaryolar çizmiş, yazılar uydurmuş, masallar yazmış, efsaneler üretmiş, yapaycılığa soyunmuş ya da inkârda çare kılmıştır.

Evrenin nasıl yaratıldığı, insan ve hayvanların neye göre hayatlarını şekillendirdiği ilgi uyandırmış; soruların ardı arkası kesilmemiş; çözümler üretilmeye çalışılmış; hayaller arşa çıkmış, farklılıkların giderilmesine uğraşılmış; fıtratların değiştirilmesine kalkışılmış; kader yazılmaya cüret edilmiş; faniliği ebedilik sanmış; hayvana özenmiş; yaratıcı Allah’ın tahtına göz dikmiş…

 "Duvarları yerden tavana kadar farklı dillerde yazılmış kitaplarla dolu dev bir kütüphaneye girmiş küçük bir çocuk gibiyiz. Bir çocuk o kitapların biri tarafından yazılmış olması gerektiğini bilir. Kimin tarafından ve nasıl yazıldıklarını bilmez. Dillerini anlamaz. Çocuk yalnızca kitapların dizilişinde gizemli bir düzen olduğundan şüphelenir ama bunun da ne olduğunu bilmez." A. Einstein

Görünüşleri insan ancak fıtratları hayvan hatta daha da gafil olan bu mahlûklar, kibirlenip yaratıcıları Allah’a sadakatle boyun eğmek yerine başkaldırmalarından aşağılık maymunlara dönüştürülmüşlerdir. Bu sebeple maymun tarafından evirildiklerini iddia etmektedirler.

İyilik çağrısına kulak vermeyen bu hayvanların durumu, tıpkı çobanın bağırıp çağırmasını işiten sürülerin durumu gibidir. Onlar sağırlar, dilsizler ve körler olup, insanlar gibi düşünerek muhakeme edememektedirler. Bu yüzden hilkatteki eşlerini rabmişçesine izlerler.  

Sapıklıklarından ötürü sürekli boş kuruntularla cebelleşmekte ve her sesi aleyhlerine sanmakta olup, yoldan çıkmış olmalarının bedelini sadece kendilerine değil, seküler-laiklik ve demokrasi adına toplumlara da ödetirler. 

Yaratıcılarının helal kıldığını haram, haram saydığını helal edinerek alenice böbürlenebilmelerinin herhangi bir mantığı olmaması, idrak edebilen insan değil hayvandan da aşağı olduklarını kanıtlamaktadır. Kendilerini yaratıp düzenlerini kuran yaratıcısına karşı gelebilenin “insan aklı” taşıyabilmesi mümkün değildir.

Bu sebeple vahşi hayvanları özgürlük gerekçesiyle kafeslerinden çıkarıp salıvermek nasıl ürkütücü bir tehdit ise, insan kisvesindeki düşünmeyen hayvanları da başıboş bırakmak, çok daha korkunç bir süreci doğurmaktadır.
        
Nefis sahiplerinin yaratıcının hükmettiği adaletin mukim kılınabilmesi adına işbirliği ve mücadeleden yana tavır almak yerine, galebe çalan benliklerinin peşinde koşmak suretiyle çıkara odaklanmaları, insaniyetin yok edilip hayvanlaşmanın meşrulaşmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla nefsi üstün tutan bir düşüncenin hilkatteki eşleri hakkında iyi niyet taşıyabilmesi ve adil davranabilmesi mümkün değildir.

İnsan olmayanı zorla insan statüsünde değerlendirerek merhamet güden anlayışların hakkı ve adaleti egemen kılabilmesi söz konusu olamaz.

Düşünmeyen sağır ve dilsizler, insan biçimine girmiş öyle hayvanlardır ki, vahşi hayvanlardan daha beter olup kimi hayvanların evcilleşmeleri gibi onların ehlileşebilmeleri imkânsızdır.

Hz. Nuh’un iman etmiş insanları gemiye alması yanında hayvanları da beraberinde gemiye bindirmesi muhakeme edilebilindiğinde, hayvan ile düşünmeyen hayvan gizemi idrak edinilebilinecektir.  

Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.“ Enfal 22

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.“ A’raf 149

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” En’am 38 


“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” Ankebut 60