Ancak beden hastalığı vardır; dolayısıyla ruh bilimi de
tamamen bir yalan ve şarlatanlıktır.
Zaten seküler psikanalizin teorisyenleri Sigöond Freud ve
Carl Gustav Jung’ın biyografileri, bilimselleştirilen
teoriyle nasıl çelişki ve tutarsızlık içinde olduklarını kanıtlamaktadır.
20. Yüzyıla kadar Batı’da hor
ve sapıkça görülen psikanaliz, Sigmund Freud ve Carl G. Jung’un dayanaksız
hipotezleriyle neden bilimselleştirildi biliyor musunuz; ruh bilgisi ve çözümü
karşısında çaresiz kalan insanın bilim adına gözlemleme ve örneklendirme metoduyla
yaratıcıyı yani Mutlak İrade’yi aşabilme manipülasyonudur.
Psikanalizde her şey öyle hayal ürünüdür ki,
rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar dahi ayniyet sağlamadığından çok
farklı sonuçlar doğabilmiş ve hiçbir anlam verilememiştir.
Çünkü insan, ruh ile
ilgili çok az bir bilgiye sahiptir.
“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh,
Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.”
İsra 85
Gerçek ile sanalı ayırt
edemediği sanısıyla şizofren yani ruh hastası teşhisi konulan bir kimsenin deha
olabilmesi hatta Nobel ödülü alabilmesi, hangi akılsal, mantıksal, ya da
bilimsel kriterle bağdaşabilir?
Ancak Allah’a iman
etmiş takva sahiplerini meczup ya da başkalarının göremediğini gören insanları
deli zanneden seküler-laik düşünce düzeyindeki materyalistler, gerçeğin ve sanalın ne olduğunu bilmedikleri
gibi aslında kendi kusurlarını örtbas edebilmek için farklı olanları mahkûm
etmeye kalkışmaktadırlar.
Öyle ki, ünlü matematik
dahisi John ForbesNash Jr, 27 yaşında henüz bir yıllık evliyken şizofreniye yakalandığı
iddiasıyla tımarhaneye kapatılır. 12 yaşındayken evde kendi kendine deneyler
yapmaya başlamış Nash, tıpkı diğer birçok dahi hatta psikanalizci Jung gibi
insanlarla çalışmayı değil kendi başına olmayı severdi. Bu sebeple çevresi ile
tüm bağları kopuk; kendini tamamen çalışmalarına vermiş ve kimseyle arkadaşlık
kurmayarak normal sanılan çevresel düzenden çok uzaktı.
“Matematik bölümü, beni kendi bölümlerinde öğrenci
olmam için davet ediyordu. Dolayısıyla matematik bölümüne geçiş yaptım. Sonunda
o kadar başarılı oldum ki, bana lisans diploması yerine yüksek lisans diploması
verildi. Mezun olduğumda Harvard ve Princeton’dan doktora çalışmaları yapmak üzere
burslar teklif edildi.” John ForbesNash Jr.
Çünkü ne olunması kaderde
yazılmışsa, o şey, seni kendine çeker. Öyle çeker ki, bunu değil bilimsel kuramlar,
mantık, akıl ve irade dahi kavrayamaz. Ancak iletişimdeki farklılıklar yanılgısal
teşhislere neden olur. Ki, bu da, tüm bilimsel kuralları paçavraya çevirir ve
içinden çıkılamaz hale sokar.
Şu bir gerçektir ki,
düşünce ile davranışları ve mantık ile duyguları denetleyen idare merkezi ruhun
mutlak egemenliği karşısında çaresiz kalan bilim hipotezcileri, bilmedikleri
ruhla ilgili tanımladıkları akıl hastalıkları Freud ve Jung gibi birçok psikanalizcilerin
uydurmaları olup, temel dayanağı ve kanıtı olmayan absürtlerdir.
Oysa Nash,
çevresinden ve ezberlerden öylesine kopuktu ki, kimsenin göremediği ama
kendisinin görebildiği varlıklarla konuşabiliyor ve herkes onun paranoid şizofren
bir hasta olduğu gerekçesiyle dışlıyordu. Şayet öyle olsaydı, matematik
konusunda bir deha ve ekonomide geliştirdiği kuramlarla Nobel ödülü alabilir
miydi?
Ya vahye muhatap olmuş ya da doğrudan Allah ile konuşmuş
peygamberlerde benzeri suçlamalara maruz kalmamış mıydılar?
Ruh’tan
ve ruhsal âlemden bihaber gerçek manyaklar, Nash’ın bir ruh hastası olduğunu
sanıyorlardı. Üstelik ilk olarak denge teorisini o geliştirmiş, strateji
oyunları, sanal uzay geometrisi, bilgisayar mimarisi ve kâinatın şekli konularında
bir dizi bilimsel devrimi tetikleyerek paradigmaları altüst etmişti. Yüzyılın
en derin ve en karmaşık saçmalıklarından biri olan “Kuantum Teorisi”’nin çelişkilerini
de çözen o idi. Acaba, düşünce, duygu ve davranış bozuklukları gösteren bir
kimse, böylesi bir dâhiliğe ulaşabilir miydi?
Nash, bir taraftan yıllarını
sefil psikiyatrilere gide gele ömrünü akıl hastanelerinde geçirirken, diğer
taraftan teorilerini geliştirerek bilimsel devrimlerini sürdürdü ve ödüllerle
mükâfatlandırılmıştı. Hâlbuki akıl hastası olduğunu iddia edenlerin ortaya
koyamadıkları eserleri ve devasa bilgileri Nash başarıyor ve ilklere imza atıyordu.
Her şeyi fizik, madde
ve biyolojiden ibaret sanan gerçek şizofrenler, Nash ve onun gibileri
anlayabilecek seviyede olamadıklarından, yaşadıkları tımarhanelerinden insanları
ve evreni farklı görebilmekteydiler. Yaşamın ne kadar girift ve bilmecelerle
dolu olduğunu, derinliğe indikçe karışan akıllarınızdan, yürütemediğiniz mantığınızdan,
artan korkularınızdan ve üzüldüğünüz sathîlikten anlayabiliyorsunuz.
Günümüz insanları
öylesine aptal ki, gerçek karşılarına çıkıp boğazlarına sarıldığı halde onu
anlayamıyor ve yalanı kılavuz edinmeyi sürdürebiliyorlar.
Akıl ile akıl ötesi bir ayırımın fizyolojik
ve biyolojik temelsel hiçbir dayanağı yoktur.
Her yaratık söz veya davranışına, ruhsal program ve dürtüyle ulaşır. Tepkisel etkileşme ruhsal güdüyle yoğunluk
kazanır. Onun için, insanın özü olan ruhun yapısı bilimsel kriterlerce değerlendirilemez,
analiz, teşhis ve tedavi adına istenilen sınırlara hapsedilemez ve belirli kıstaslara
sokulamaz.
Üstün bir zekânın
çevresine uyum gösteremeyerek etkileşme sağlayamaması, duygularını kontrol
edememesi, davranışlarını belirleyememesi veya toplumsal düzene adapte olamaması,
beyinsel sistemin veya organik düzenin iradece sevk ve idare edici gücü
bulunmayışındandır.
Aslında insanların
büyük çoğunluğu sapık ve anormaldir. Ancak yaratıcısına iman ederek tumturaklı
itaat eden Müslümanlar hariç! Beyinsel hücrelerin yönlendirici bir etkilerinin
olmadığı, zihinsel ve duygusal oluşumları etkileyen, yöneten ve yönlendirenin
ruh olduğu gerçeği, bilimsel savların dışında gelişen olaylarca kanıtlanabilmektedir.
Düşünce ve davranışları,
mantıksal veya duygusal, zekâsal veya içgüdüsel diye ayırarak farklı
kuvvetlermiş gibi değerlendirerek bilinçli ya da bilinçsiz tanımsal saçmalıklarda
bulunup birbirine üstün kılmak veya baskı aracı kullanarak iradesel bir yaptırım
gütmek, hiçbir temel dayanağı ve olasılığı olmayan teoriler ve arayışlardır. Eğer
hükmeden beyinsel hücreler olsaydı, derhal müdahale edilebilir; peygamberler,
Nash gibi dehalar ve her insanın durumuna inandırıcı açıklamalar getirilir ve
zeki olanlar, her türlü hata, yanlış ve davranış bozukluğu olarak addedilen
farklılıklardan muaf tutulabilirdi. Her şartta zekâsal mantığın duyguları
kontrol altına alarak hiçbir aksaklığa mahal olmaksızın bilimsel etkileşme ile
dilenilen toplumsal karakterler gerçekleştirilebilirdi.
Ama bedenin doğurduğu öldürücü hastalıklara tumturaklı çare
bulamayan bilim; ruhu denetim altına alarak dilenilen bir yapıya kavuşturabilmesi
imkânsızdır.
İnsanların kimi dünya
güzeli, kimi hilkat garibesi, kimi sağlıklı, kimi hastalıklı, kimi zeki, kimi
aptal, kimi aç ve sefalet içinde, kimi ise bolluk içinde doğarak sonradan inanılması
güç kadersel değişimlere uğrayabilmektedirler. Eğer her şey fizikten ibaret
olsaydı, bilim, biyolojik beyine veya yaşama müdahale ederek sorun gördüğü
aksaklıkları giderir, dilenilen bir beyni ve sürekli güven ve mutluluğu olan bir
hayat standardını yaratabilirdi.
Eğer sevk ve idare
merkezi ruh ise, akla, duygulara, zekâya ve hafızalara nasıl müdahale edecekte,
iddia ettikleri teorilerle plânladıkları portreleri yaratabilecekler? Bir tarafta
inançsal ve benliksel nedenlerle insanlar birbirlerini öldürüp katlederken, diğer
tarafta neden huzur ve barış hüküm sürüyor? İnsanların kimi hastalık, afet,
savaş, terör, cürüm, uyuşturucu, fuhuş ve açlık belâsından inlerken; kimi neden
varlık, refah ve güven içinde yaşayabiliyor? Şayet bütün bu çarpıklıkları ve
dengesizlikleri egemen ve özgür olduğu iddia edilen akıl değiştiremiyor ve kaderin
hükmüne boyun eğilebiliniyorsa, bilimsel ve iradesel başarıdan, özgürlükten ve
egemenlikten bahsede bilinir mi?
Ruhun denetim altına alınmak istenip dilenildiği gibi
yönlendirilerek hükmedilebilmesi ne demektir bilir misiniz; Allah’ı denetim
altına alarak hükmedebilmektir!
Öyleyse bilim adına
yalanı meşrulaştırmadaki amaç nedir; ALLAH’ın tahtına geçebilmektir.
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan
yaratmıştır.
Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir.
Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” Secde 7-8-9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder