İster devlet adamı, ister iktidar, ister zengin, ister çulsuz, ister
ilim veya bilim adamı, ister cahil, ister serseri, ister iş adamı, ister işçi;
her kim olursa olsun bir kuldur.
Dolayısıyla karşısındakinin
yaratıcı bir kurtarıcı değil de kendi gibi bir yaratık yani hilkatteki bir eş
olduğu, hataları ve sevaplarıyla hiçbir yaptırımının bulunmadığı; fayda veya
zarar verebilecek, iyilik veya kötülükte bulunabilecek bir gücü, rızık
verebilecek veya musibetten kurtarabilecek bir kudreti olmadığı, yalnızca her
beşer gibi bir araç veya gereç olduğu bilincine varıldığı ve normale
dönülebildiği an; huzur, güven ve adalete kavuşulabileceği kaçınılmazdır.
Şan, şöhret, iktidar,
ilim, bilim, teknoloji ve zenginlik temelde bir ayrıcalık olabilseydi, bütün bu
geçici üstünlüklerden yoksun dağdaki çoban misali çulsuzlar kahramanlığa
yükselmez; hatta şehid düşerek cennetle müjdelenmezdi. Ya da eğitimsiz,
anormal, biçare, yetim veya yoksul insanlar, inanılmaz keşifler ve başarılar
gerçekleştirerek veya dev şirketlere sahip olarak tarihe geçmezlerdi.
Değersel önemi olan fiziki
referanslar değil, ruhsal etkileşimlerdir. Yaratıcı, Kur’an’da, yalnızca şehitlerin
hesaba çekilmeyeceğini, Allah’ın yanında sevinçli ve rızıklara mahzar olduklarını
vurgulanmıştır. Ayrıca, onların birer ölü değil diri, her türlü elem ve
kederden de uzak olduklarını açık ve net bir ifadeyle buyurmuştur. Ayrıca, ülkeleri
yani vatan toprakları için canlarını feda edenlerde aynı şekilde taltif
edilerek ilgili devletler tarafından kahraman ilân edilip ödüllendirilmiyorlar mı?
Kim, kimin adına ve hesabına mücadele ederse, mükâfatını ondan almaktadır!
Eğer geçici ilim,
rütbe ve para, bir iktidar ve ayrıcalıklı görülüp ondan bir menfaat
gözetilebilir düşünülüyorsa; yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük zengini Karun’un
hazineleriyle, dahilerin ilimleriyle ve dünyaya hükmeden imparatorların
güçleriyle nasıl yerle bir oldukları, bilgi ve ordularının dahi kendilerini
kurtaramadığını hatırlamak gerekir.
Kendi gücü ve
zenginliğini muhafaza edemeyenin başka birine fayda verebilmesi mantıklı mıdır?
Ancak bu gerçeğin farkında olmayanlar, egemen gördükleri kulsal akılların ardına
takılarak mükâfat alabileceklerini, sonsuz bir huzur ve saadete kavuşabileceklerini
ve tüm sorunlarını çözebileceklerini zannetmeleri, kafatasçıların temel yanılgılarıdır.
Kulsal bir iktidarı
güç ve kudret sanarak dilenilenin yapılabileceği düşünülüyorsa, bunun asla
mümkün olmadığı hem dün hem bugün kanıtlanmış, yarın da farksız olmayacaktır. İktidarların
gerek siyasi ve askeri, gerek sosyal ve ekonomi, gerek ilmi ve bilimi, gerekse
kültür ve sanatta geçmiştekilerin yanında vızıltı kalabilecek kadar zayıf
oldukları tartışılmaz bir gerçektir. Tarihe ve eselerlerine biçilemeyen fiyat
apaçık bir kanıt olmakla beraber, onca teknolojinin gelişmesine rağmen ne
tekerrürü inşa edilebilmekte ne de kuvvetleri oluşturulabilinmektedir.
Bu fani dünyadan öyle
Karunlar, Firavunlar, İmparatorlar, Krallar, Sultanlar ve
Komutanlar gelip
geçti ki, o güçleriyle değil başkalarını, kendilerini dahi kurtaramayıp nasıl
buharlaşarak uçup gittikleri, geride bıraktıkları paha biçilmez eserlerinden, fikirlerinden,
güçlerinden, zaferlerinden ve tarihsel biyografilerinden anlaşılmaktadır.
Dost olunması, sevgi
ve saygı gösterilmesi, arkadaşlık yapılması gereken kimseler ancak iman sahibi
erdemli, faziletli, dürüst, adil, sözü ve eylemi bir olan insanlar olmalıdırlar
ki, idarecilikler, ilimleri, bilgileri, zenginlikleri tanrısal nitelikte
etkilememeli, ancak bir araç olarak istifade ettirmelidir.
Allah’ın elçileri Peygamberlerin
dahi iradesel bağlamda fayda, zarar, hidayet, şifa ve rızık verebilecek kurtarıcı
bir hâkimiyette bulunmadıkları ve olabilecek musibetleri de diledikleri gibi
engelleyemedikleri asla unutulmamalıdır. Şeytanın da istediğini saptırabilme ve
zarar verebilme yetkisinin olmadığı malumdur.
Ruhların etki altında
kalmaları ve sübjektif düşünmeleri, Mutlak İrade’nin bir neticesidir. Yoksa ilişkide
olunan kişi veya çevrelerin güdümlemelerinden değildir. Her olay bir sebebe dayandığından,
sadece birbirlerini tetikleyen ve oluşumları meydana getiren birer araç ve
mazerettirler.
Bilgelerin bile
muhakeme edemeyerek objektif bir yargılamada bulunamamaları, gerçeği
kavrayabilecek bir iradeyi gösterememeleri, delilleri görmeyerek ruhsal ve fiziksel
oluşumları idrak edemeyip bir süreklilik ve bütünlük içinde değerlendirememeleri,
inanıp güvendiği kişinin yalan ve yanlışlarını körü körüne kabullenmeleri özgür
olamayışlarındandır.
Minnet, şükran, dilek
ve teslimiyet ya Allah’a; ya da benliğe, şeytana, putlara, insanlara, cisimlere
veya hayvanlara olmaktadır. İnsanın, tıpkı hayat kurtaran odundan farksız
iradesiz bir cisim olduğu, ancak ruhla bütünleştiğinden bir kıymet taşıdığı
gerçeği anlaşıldığında, tartışmaların sona ereceği kuvvetle ihtimaldir.
Kâinattaki şeyler
farklı farklı görünüyor olsa da, bütün bu farklı görüşlerin birleşeceği ve
birbirine uyacağı bir eş zamanlama vardır. Kapalı avucunuzda ışık saçan küçük
bir kristal parçasını tuttuğunuzu hayal edin. Şimdi elinizi açın ve bütün
evrenin dışarı boşaldığını, pırıl pırıl parladığını görün. Bunu ilk yapan
Newton’du.
Dünyayı kendi içinde,
"o kitap"ta ki program doğrultusunda bütün bir sistemle açıklamıştı.
Bu sistem hem yalnızca birkaç denklemle tanımlanabiliyordu, hem de kendi içinde
bu özetten çıkıp dünyayı her yönüyle yaratmayı mümkün kılan yasaları
içeriyordu.
Madde dünyasıyla
enerji dünyası, tıpkı bedenle fizik misali aralarında çılgınca genişleyen
ruhsal bir köprüyle bütünleşir. Evrendeki her gezegen gibi küçük bir nesnenin,
bir su damlacığının bile kütlesi ve enerjisi vardır. Bir tarafta ruhsal enerji
boyutu, diğer tarafta ise kütle boyutu vardır ve bu ikisinin arasında kadersel
bir köprü bulunmaktadır. Bir bölgedeki "enerji-kütle", civardaki
"zaman-mekân" ile ilişkilidir. Böylece zaman ve mekân içindeki her türlü
oluşum,"o kitap" ta ki yazgının güncelleşmesiyle açığa çıkmaktadır.
İyi plânlanarak
kurgulanmış bir senaryonun kurallar ve prensipler desteğinde uygulamaya geçiş
sürecinde ortaya çıkan aksaklıklar, iradesel çöküntünün açık ve tartışılmaz bir
kanıtıdır. Lehte veya aleyhte vuku bulan sebeplerin yeni maceralara yönlenmesi
ve dilenilenin dışında menfi veya müspet sonuçlar doğurması, benliksel değil ilâhsal
bir sorgulamayı zorunlu kılmaktadır. Ancak ilâhsal yaklaşımlar, kafatasçı
insanları küçük düşüreceğinden, metafizik diye nitelendirilen vahiysel
gerçeklerden özellikle kaçınılmakta ve sorunlar fiziksel kadavra mantığıyla teorilerle
çözülmeye çalışılmaktadır. Çözülemezse de yalanın ve umudun sınırı zorlanmakta,
temelsiz yeni kuramlar ve yeni düşünceler ile ayakta kalınmaya çalışılmaktadır.
Olayların Mutlak İrade’yi
yansıtan içeriği her ne kadar şeffaf ve anlaşılabilir bir açıklıkta ise de,
benliklerin tahammülsüzlüğü aydınlığı karartmakta, politik ve bilimsel
kuramlarla olmayan iradenin üstünlüğü kanıtlanmaya çalışılmaktadır.
Felâket ve ölümlerde meydana gelen normal veya
anormal sebepler dahi bu bağlamda değerlendirilmekte ve inatların ısrarla
sürdürüldüğü sanal bir dünya oluşturulmaya kalkışılmaktadır. Olaylar akabinde
imanlı insanların “Her şey Allah’tandır” ifadeleri dahi kafatasçı
yorumcuları çılgına çevirmekte ve bilim odaklı fiziksel yapılaşmanın teorisel
önemi ısrarla vurgulanmaktadır.
Aslında hiçbir gizliliğin
yaşanmadığı gerçek dünyada o kadar çok örnek olmasına rağmen, hâlâ dilenilen
doğrultuda kaderin değiştirilebileceğini düşünmek anlaşılabilir gibi değildir. Gerçeklerden
ısrarla kaçan, nefret eden ve gizlenmeye çalışan insanoğlu, yaşam felsefesini,
görüntü ve makyaj üzerine inşa ettiği eşyalara yoğunlaştırdığından, aşağılık ve
bencillik kompleksinden hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bilimsel yaratıcılık iddiaları
da, bu kompleksin bir sonucudur. Onun için görsellik her şey demektir. Sağlıklarında
yaptıkları kâfi gelmiyormuş gibi, öldükten sonra dahi görüntüye önem
verilebilmekte, cesetler en şık ve temiz elbiselerle kuşatılıp makyajlaştırılmak
suretiyle fiziksel güzellik ve güç gösterilerine devam edilebilmektedir. Ne
için ve kime karşı? Ya ruh?
Her şey gibi ölümden
de kaçıp kurtulabilmenin mümkün olmadığı, ancak ecel gelmediğinden ve yaşanacak
belli bir süre bulunduğundan badirelerin atlatılabildiği, kadersel tedbirler
aracılığı ile yaşamaya devam edildiği muhakkaktır. Herhangi bir musibetten kurtulmuş
veya bir rahmete kavuşmuş olmanın avantajı geçici bir sevinç ve mutluluktan öte
bir şey değildir. Neticede bugün değilse bile süratle yaklaşan yarın veya öbür gün
mutlaka yıkılacak ve ölünecek olunması kaçınılmaz bir gerçektir.
Tıpkı birinden borç
alıp ihtiyaçlarını karşılayacak olmanın sevincini yaşayıp borç verene de minnetlerini
sunarak kendisini bir kurtarıcı misali yüceltmenin ardından borcun geriye
ödeneceği gün geldiğinde sıkıntılara bürünür, kıvranılır ve müthiş bir hüzne
kapılarak, alacaklı bir anda düşman görünebilmektedir. Hani kurtarıcıydı?
Doğum anındaki sevinç ve şükür gözyaşlarıyla, ölüm anındaki acı ve
kahır gözyaşları ne ifade etmektedir? İşte beyin, nerede akıl?
Ecel geldikten sonra
sarp ve sağlam kalelerde olunsa veya binlerce güvenlik ordusuyla kuşatılsan
dahi kaçabilmeye veya kurtulabilmeye imkân tanınmamaktadır. Ölüm için hem
içerden hem dışarıdan o kadar çok sebep ve araç var ki, ne kadarını ve
hangilerini tedbirle savuşturabilirsin?
“Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, pislik (azabını) akıllarını
kullanmayanlara verir.”
Yunus 100
“De ki: Ben
kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir menfaat verme
gücüne sahip değilim. Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Eceli geldiği
zaman ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” Yunus 4
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza
gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce,
bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.” Hadid 22
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim
mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51
“Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa,
Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.“ Tegabün 11