29 Haziran 2017 Perşembe

Onlara karşı öyle sert davran ki…

Hem din hem millet hem devlet hem de adalet güvenceye kavuşabilsin!

Ancak seküler-laik güdümündeki anayasa hümanizm, özgürlük ve demokrasi meşruiyeti tanımasından asilik motive edilmiş; sırf insan görünümündeki mahlûklara verilen toleranslardan dolayı şımarıklık ayyuka çıkıp cesaret etkilendirilmiş; dolayısıyla küstahlıkların kabarmasından günahkârlarla baş edebilmek imkânsız hale gelmiştir.

İnsan hakları, sadece insana mahsus bir mülkiyettir. Ki, insan haklarının ne olduğu da ancak yaratıcı tarafından bildirilen kurallarla hükme bağlanmıştır. Bu sebeple yaratıcı olmayan bir beşerin nefsi istek ve düşüncelerine göre insan haklarını belirleyebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bozularak insani özelliklerini yitirmişlerin yaratıcıları Allah’a asileşmiş olmalarından hilkatteki eşlerine adil olabilmeleri söz konusu değildir.

Yaratıcı Allah’a baş kaldıranın insanlığa karşı bozguncu ve gaddar olamaması mümkün değildir. Bu yüzden daha da güçlenip artarak yayılmalarını ve fırsat kollayan yabancı hasımları cüretkârlaşmamaları için insan olmayanı insani seviyede değerlendirmek, insanlığa karşı işlenmiş bir cinayet ve ihanettir.

İslam’ı İslam yapan nasıl otorite ise, devleti devlet yaparak halkına huzur ve güven kazandıran da otoritedir. Otoriteyi savsaklayacak zerre bir müsamaha, ortada ne düzen ne asayiş ne de insanlık bırakır! İyi ile kötünün ayrılmayıp hümanizm gerekçesiyle bütünleştirildiği bir düşünce düzeyinde insanlık değil fenalık hâkim olur ki, zaten ardı arkası kesilmeyen karışıklık ve asilikler de böylesi özürlü bir düşünceden üremektedir.

Seküler-laik bir devlet, otoritesini nasıl muhafaza edebilecek ki, hem kendini ve ülkesini sakınabilmek için kanunlar yapacak, hem de demokrasi ve hürriyet adına dokunulmazlıklarla haklar tanımakla kalmayıp asilere müsamaha göstererek sert davranamayacak!
  
Demokrasi ve özgürlük gerekçeleriyle kendi başlarına bırakılanların eylemleri meşru sayılacak ama o eylemleri püskürtme amaçlı güvenlik güçlerinin din, devlet ve millet adına müdafaaları “aşırı güç ya da sert önlem” mazeretiyle gayrimeşru kabul edilebilecek. Batıl bu düşüncelerin etkisinde kalan hatta güdümünde olan devlet,  asayişi ve otoriteyi tarumar edici çekincelerinden dolayı caydırıcı sert bir tutum sergilemektense yumuşak savunmada bulunmasından ne azgınları sindirebilmekte ne de olası çıkacak kargaşaları engelleyebilmektedir. Dolayısıyla mal ve can kayıplarının müsebbibi olan laik devlet; dine ve millete meydan okuyarak sahaya çıkan asilere karşı gösterdiği insani davranıştan ötürü insanlığı tamamen silmekten başka hiçbir şey yapmamaktadır.

Yılan, zehriyle insanın kanını pıhtılaştırıp nasıl ölümüne neden oluyorsa; batıl düşüncelerde nefsi azdırıp toplumları ölmekten beter kılmaktadır.

Heva ve heveslerini tanrı edinircesine toplumu kendilerinden ibaret sanıp başkalarının haklarını ayakları altına alarak her türlü eylemi mubah bellemiş yığınlara ne bir söz ne bir öğüt ne bir uyarı ne de bir hoşgörü fayda sağlar. Bu sebeple onlara karşı öyle sert yaptırımlar, ceza ve şiddet uygulanmalıdır ki, düzenin tahribatı önlenebilmelidir.

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” Tahrim 9

“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! “ Tevbe 73


“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

27 Haziran 2017 Salı

İrem Şehrini bilir misiniz?

O kadar böbürlenme; senden büyük ALLAH var!

Kur’an’daki Fecr Süresinde bahsi geçen İrem Şehri, MÖ 3000 yıllarında Ad milleti tarafından kurulmuş öyle bir ihtişama sahipti ki, günümüz Newyork, Paris, Tokyo, Dubai gibi nice şehirlerden çok önde ve hiçbir ülkede benzeri olmayan nadide, halükarda yüksek binaları ve mimari yapılarıyla zengin bir şehirdi.

Ad kavminin yaklaşık olarak milattan önce 3000 yılları civarında Yemen’in güneyine yerleşerek burada İrem şehrini kurmuştu. 3000 seneden daha fazla bir süre boyunca da burada ikamet etmişler ve milattan sonra ilk yüzyılın sonlarına doğru da ecelleri doğrultusunda yok olmuşlardı.

Öyle ki Ad kavmi, tarihte sütunları kullanan ilk insan topluluğu olup, başta Roma olmak üzere birçok medeniyete ve mimariye ilham kaynağı olmuştu. İnsan aklının alamayacağı zenginliğe sahip İrem Şehri, dilden dile dolaşarak efsaneye dönüşmüştü. 

Büyük tufanın akabinde Hz. Nuh ve tebaasından bir kısmı yeryüzüne tekrar ayak bastıktan sonra dünyanın başka bir köşesine yerleşmek için yol almışlardı. Kendilerine Ad ismini veren bu kavim kara bitene kadar güneye ilerlediler. Şimdiki Yemen’e ulaşan bu eski insanlar buraya yerleşip kendilerine İrem şehrini kurmuşlardı.

Zenginlik ve güçleri artınca iyice şımararak, tıpkı günümüzdekiler misali “Biz herkesten üstünüz. Onlardan farklı olmalıyız” diyen Ad Halkı, yaptıkları surlar ve devasa yapılarla “Bizi kimse yıkamaz” kibri içinde böbürlendiler. Kendilerinden olmayan yabancıları çok zayıf görür, işkence ve dayaklarla eziyette sınır tanımazlardı. Hatta kervanlar yollarını şaşırsın diye çölde yol izlerini siler ve birçok tüccarın çölde kaybolup ölmesine sebebiyet verip, ülkelerine sokmak istemezlerdi.

Şüphesiz kibirleri ve zulümleri Allah’ı öyle kızdırmıştı ki, Ad kavmine Hz. Hud peygamberi göndererek, kötü huylarından vazgeçmelerini, aksi takdirde kendisinin gazabıyla karşılaşacaklarını bildirir. Fakat insanlar onu delilikle ve yalancılıkla suçladılar. Hz. Hud’un seneler süren çabaları karşısında pek az insan kendisine iman etmişti. Bunun üzerine Hz. Hud, Allah’a yakararak, elinden fazla bir şey gelmediğini ve gazabını göndermesini diledi. Önce insanlardan su esirgendi. Tek bir damla bile yağmur yağmamaya başladı. Hayvanlar susuzluktan öldü. Topraklar kuruyup çatladı. Büyük bir kıtlık başladı. Hz. Hud insanlara Allah’tan af dilemelerini ve bu kıtlıktan kurtulmalarını söyledi. Fakat insanlar yine onu yalancılıkla suçlayıp yüz çevirdiler.

Böylece çok şiddetli bir kasırga halkın üzerine öyle çöktü ki, göz gözü görmeyecek şekilde kumlar uçuştu, fırtınalar koptu. Tam yedi gün boyunca görkemli İrem şehri birbirine katıldı. Bu felaketten sadece Hz. Hud ve birkaç iman etmiş arkadaşı kurtulabilmişti.

Dünün Ad Milleti ve İrem şehri, kum fırtınalarıyla öyle yok olmuştu ki, 1980 yıllarında NASA’nın uzaya duyarlı uyduları ve yüzey tarama radarlarıyla yerin yüzlerce metre altında kalıntıları bulunabilinmişti.

Varın günümüz şehirlerinin geleceğini siz düşünün!

Ancak İrem Şehrinden farklı olmayacakları muhakkaktır.

Fecre, on geceye, çifte ve teke, (her şeyi karanlığı ile) örttüğü an geceye yemin ederim ki, akıl sahibi için bunlarda elbette bir yemin (değeri) var, değil mi?
Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine, o vadide kayaları yontan Semûd kavmine, kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun'a! Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Oralarda kötülüğü çoğalttılar. Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin (her an) gözetlemededir.  
İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der.
Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise «Rabbim beni önemsemedi» der.
Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.
Ama yeryüzü parça parça döküldüğü, Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).
O gün cehennem getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var!
(İşte o zaman insan:) «Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!» der.
Artık o gün, Allah'ın edeceği azabı kimse edemez.
O'nun vuracağı bağı kimse vuramaz.

Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” Fecr Süresi

23 Haziran 2017 Cuma

Alevli cehennemin mahkûmları…

Hep inkârcı kâfirler ya da müşrikler sanılır.

Oysa asıl düşman kimdir bilir misiniz; kalıplarından hoşlanılan, konuşmalarından sözleri dinlenilen, her gürültüyü kendi aleyhlerine sanan kütüklerdir.

Peki, kimdir o kütükler?

İslam olduğunu iddia ettiği halde kalbi şüphe ve tereddüt hastalığına kapılmış Müslüman numuneleri; diğer bir ifadeyle münafıklar ve fasıklardır.  

Allah da birçok ayetinde asıl düşmanın münafıklar olduğunu bildirmiş; ümmetimizin nüfuzu geçmişteki ümmetlerden milyonlarca kat fazla olmasına rağmen peygamberimiz zamanından bu yana hatta kıyamete değin birazımızın cennete girebileceğini vahyetmiştir.

Çünkü vahiy safında değil, tuttukları safların doğrultusunda iman etmiş olmalarından Müslümanlar hükmeden değil, hükmedilen yani esaret konumundadırlar.     

İnsanlık tarihi boyunca çeşitli gerekçelerle pek çok nüfus sayımı yapılmıştır.

İslam tarihinin ilk devirlerindeki nüfus sayımlarının da daha çok gayr-i Müslimlere karşı Müslüman nüfusu tespit etme ve savaşçı unsurları belirleme amaçlı olduğu görülür. 

Her ne kadar kutsal kitaplara göre insan nüfusu Hz. Âdem ve Hz. Havva’ya kadar uzasa da, doğrudan vahiy olması hasebiyle Kur’an’dan başkasını kanıt almayı düşünüyorum. Zaten Kur’an; her devirde yaşamış peygamber ve ümmetlerinin haberlerini kısmen de olsa vermiş, dolayısıyla araştırmacılarda o bilgiler ışında incelemelerde bulunmuştur.  

Hz. Muhammed’e Peygamberlik görevi verildiğinde(610), Mekke nüfusunun 20-25 bin civarında olduğu kabul edilmektedir. Medine’de ise, hicret öncesinde, yaklaşık 6 bin müşrik(Hıristiyan Araplar ve putperestler) ve 4 bin Yahudi’den oluşan bir nüfus bulunmaktaydı. Hicretle beraber Müslümanların da şehre gelmesiyle, Medine nüfusunun 10 binin üzerine çıktığı tahmin edilmektedir. Bu toplulukların ise birbirlerinden birkaç kilometre uzaklıkta mahalle veya köylerde oturdukları bilinmektedir. Hicret esnasında Medine halkı kabileler halinde ve merkezî bir idareden yoksun halde idi.
Peki, bugün itibariyle dünyanın nüfuzu yaklaşık 7 milyar; sözde Müslüman olanların sayısı da 1,6 milyar. Ölmüş olanlar dâhil değil!
Önceki ümmetlerin nüfuzlarıyla günümüz ümmetinin nüfuzu kıyaslandığında, varın aradaki derin farkı düşünün; düşünmekle yetinmeyip araştırınız.
Öyleyse önceki ümmetlerin çoğu cennete girmeye hak kazanıp sonrakilerin yani bizim ümmetimizin birazı cennete girecek olması; milyarlarca insanın Müslüman değil münafık olduklarını ortaya koymaktadır.
Allah’ın ezeli ve ebedi düşmanları haçlı-siyonist kuvvetlerle ittifaklığa girişerek, küfrün karşısında İslam egemenliğinin muzafferiyeti için mal ve canlarıyla savaşan cihad ehline savaş açmışların Müslüman değil, Müslümanlık etiketi taşıdıkları öyle aleni ki, cennete girememektedirler. 

İslam Devleti’nin kuruluşunun hemen akabinde, ilk nüfuz sayımını yapan Hz. Muhammed, şöyle buyurmuştur;  “’Nas’dan, Müslümanlığını sözü ile açıklayan kimseleri bana yazınız.” Hadisin devamında ise, “Biz kendisine 1500 kişiyi yazdık ve dedik ki: Biz 1500 kişi olduğumuz halde mi korkuyoruz?”
“1.Kıyamet koptuğu zaman
2. Ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur;
3. O, alçaltıcı, yükselticidir.
4. Yer şiddetle sarsıldığı,
5. Dağlar parçalandığı,
6. Dağılıp toz duman haline geldiği,
7. Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman,
8. Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
9. Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!
10. (Hayırda) önde olanlar,(ecirde de) öndedirler.
11, 12. İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır.
13. (Onların) çoğu önceki ümmetlerden,
14. Birazı da sonrakilerdendir.” Vakı’a Süresi


“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?“ Münafikun 4

"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur."
Saff 10-11-12


21 Haziran 2017 Çarşamba

Uyku bir ölümdür…

Aynı zamanda bir yaşamdır; karanlık ile aydınlığın odağıdır; ruh ile bedenin dengesidir; ahiretin bir aynasıdır; düşünce ile davranışın sinesidir; yeniden yaratılmanın delilidir; yalan ile doğrunun güdüsüdür; akıl ve kalbin aksıdır; ruhun bedenden ayrılmasıdır; şeytan pisliğini gidericidir; Allah ile beşerin sınırıdır…

Aslında her gün ölündüğünün kimse farkında değildir. Tıpkı rengârenk yeşeren ve namütenahi meyve ve sebzeler veren bitkilerin kuruyup çerçöp olması akabinde tekrar yeşermeleri yani canlanmaları gibi! 

Uyku öyle bir ibret ve kanıttır ki, ruhun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşir ve akabinde tekrar bedenle bütünleştiğinde ise uyanılır. O anın derinliğini idrak edemeyerek sıradan gören insan, yaşadığı hayatın inceliklerinden de bihaberdir. Doğarken ölümle nişanlanan insanın hayattan ne anladığı, ölümden ne çıkardığı ile orantılıdır. Dolayısıyla hayat hakkında bir şey bilmeyenler, ölüm hakkında da hiçbir şey bilememektedirler.

Talebelerinden biri, Konfüçyüs’e; “Ölüm nedir?” diye sorduğunda;
Konfüçyüs, “Hayat hakkında ne biliyorsun ki sana ölümden bahsedeyim.” demiş.

Yeryüzü ve gökyüzüyle müteşekkil kâinattaki düzeni ve ahiret gerçeğini uyku özetlemektedir. Seküler psikolojinin bilim adına uyku ile ilgili ortaya attığı teoriler gerçeklerden öyle uzak ve ütopiktir ki, gözlemleme ve örnekleme neticesi rastlantısal olarak nitelendirilen vakalarla ayniyet sağlayamadığı gibi çok farklı sonuçların doğmasına anlam verememiş ve hiçbir çözüm gerçekleştirememiştir. Sadece antidepresan ilaçlarla bedene baskı uygulanmak suretiyle ruh kontrol altına alınmaya çalışılmış ve böylece insanlar büsbütün mahvedilmişlerdir. Ki, söz konusu antidepresan ilaçların yan etkileri yorgunluğa, uyku bozukluklarına, ajitasyonlara, uyuşukluklara, huzursuzluklara, halüsinasyonlara, saldırganlıklara, unutkanlıklara, kişilik kayıplarına, kâbusa ve manik depresyonlara sebep olmuşlardır.

Ruhu ve ruhsal oluşumları özde reddeden bir düşüncenin hiç erişemediği ve bilgi edinemediği ruhla ilgili somut bir yargıya gidebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Psikanalistlerin uyguladığı serbest çağrışım, rüya yorumları ve edim hatalarının çözümlenmesi tek taraflı bir bakış açısının sonucu olamayacağı apaçık ortadadır.   

Zaten bedenin ölümlü, ruhun ölümsüz yani daima diri oluşu dünya ve ahiret hayatının tanımı için bir anahtar olsa da; bedenin çürüdüğü mezarlar görünse de ruhun kıyamete kadar berzah âlemine çekilişi görünemediğinden uyku ile gerçeklerde muhakeme edilememektedir. Önemli olan görüleni değil, görülmeyeni bilebilmektir.

Bu sebeple Allah dilemedikten sonra idrake sahip olabilmenin imkânsızlığı doğrultusunda söz ALLAH’ındır!

“Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Yasin 10

“O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. “ Haşr 22

“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.” Zümer 42

“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir. En’am 60

“Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. Bakara 255

“O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.” Enfal 11  

“Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp, (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz. Yunus 24

“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. “ Hac 5


18 Haziran 2017 Pazar

Hz. Lokman’ın oğluna verdiği öğütler…

"Andolsun biz Lokman'a: Allah'a şükret! diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır.

Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.

Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.

Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.

(Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti:) Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.

Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.

Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.

Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.Lokman 12-19


15 Haziran 2017 Perşembe

Nasıl da haktan çevrilip döndürülüyorlar?

Müslümanlıkla şereflenmiş nice insanlar vardır ki, Hakk’ın indirdiği hükümlerle yetinmeyip kanıtlara tatmin olamamalarını batıla dalarak aşmaya çalışırcasına hak ile batılı özdeşleştirebilme sapkınlıkları fevkalade derin bir küfürdür.  

Öyle ki, İslam kimliği taşımalarına rağmen dinlerinden utanırcasına Batı hayranlıklarını siyaset ve bilim gibi çeşitli yollarla amaç edinip hıristiyanlıkla meşrulaştırabilme düşünceleri Allah ve Resul’ünün üstünde bir meydan okumadır.

Hiçbir düşünce doğrultusunda kıyasi dahi mevzubahis olmayacak Kur’an’ın gerçeklerini tarumar edici fikirler bir fitne olarak akılları karıştırmış, tek tanrı inancı olarak hıristiyanlık ve yahudiliğe vurgu yapılarak varlık ve öğretileri ‘nas’ alınırcasına rakip kılınabilmiştir.    

Viyana Katolik İlahiyat Akademisi’nde öğrenim gören sözde İslam hüviyetli Fatma Zehra Dilipak adlı bir bayanın Katolik Teoluğuna ilgi duyarak Occidentalist olmak istemesi şüphesiz Allah ve Resul’ü nezdinde bağışlanamaz bir isyan, başkaldırı, ayetleri tanımama, kendi istek ve düşüncelerine göre yol edinebilme olmasından apaçık bir küfürdür.

Peki, Oksidentalist ve Katolik Teolojisi nedir?

Oksidentalist; Batıcı, Batılı, Batı taraftarı/hayranı demektir. Diğer bir ifadeyle, kalbindeki Allah ve İslam inancını atıp yerine rab olarak İsa’yı ve kitap olarak İncil’i bırakmaktır. Oysa Allah, dünyayı algılama, anlama, açıklama ve tanımlamada sadece Kur’an’ın baz alınmasına hükmetmiş ve ancak Kur’an öğretileriyle gerçeğe ulaşılabileceğini vurgulamıştır.

Katolik Teolojisi tamamen rahiplerin düzdükleri yalan, iftira ve aldatmalardan ibaret olup, Allah’tan vahiyle inen hiçbir bilgiyi içermemesinin yanı sıra Meryem oğlu İsa’yı rab edindirmeye yönelik düzmeceleri kapsamaktadır.

Ne Hıristiyanlığın ne de Yahudiliğin İslam ile hiçbir benzerliği bulunmadığı, Allah tarafından dışlanmalarıyla kanıtlıdır. Çünkü onlar, rableri yani tanrıları ve kitapları farklı dinlerdir. Ki, bu farklılığı yaratan Allah, zıddiyetlerin inkâr edilmesine yani kabulüne asla geçit vermemektedir. Bu sebeple vahyin hükmü gereği ortak bir inanç ve yaşamın inşa edilebilmesi mümkün değildir.

Müslümanların iman ettikleri Kur’an, doğrudan Allah kelamı iken; İncil ve Tevrat, hıristiyan ve yahudi bilginlerince, hahamlarınca ve rahiplerince kaleme alınmışlardır. Dolayısıyla önceden vahiyle inmiş kitaplar yanıltmamalıdır!

Dini yani İslam’ı bir yana iterek ateist kökenli hümanist felsefesiyle insan olma safında birleşmeye gönül vermiş Fatma Zehra Dilipak, yazdığı tweetin de diyor ki; “Bilginiz olsun diye diyorum Viyana’da İslam Akademisi ile Katolik İlahiyatı bir okuyacaktım. Oksidentalist olma niyeti vardı ama prosedürlere takıldım okuyamadım. Bu neden bu kadar korkunç? Aynı dünyada yaşadığımız, tek tanrıya inanan başka bir dinin ayrıntılarını öğrenmek kötü mü? Katolik mi yapar beni… Birbirimizi tanımadığımız için olmuyor mu bunlar… İnanın bu haberden elde edilmek istenen fikir tüylerimi diken diken ediyor… Babam da biz de şeffaf insanlarız kolay ulaşılabiliriz ama kimse gelip bana sormuyor ne garip! Aslında din bir yana insan olma safında birleşsek. Sevmek şart değil saygıyı öğrenebilsek. Hüküm sahibi olmakta acele etmesek… Belki birgün.” 
Böylece İslam İlahiyatını değil Katolik İlahiyatını seçen Dilipak, dolaylıda olsa Katoliği tercih ettiğini itiraf etmiş oldu. Nasıl ki ruhsuz bir beden olamayacağı gibi Allahsız yani vahiysiz bir insanda olunamaz!

Allah, birçok hükmünde ayetlerinin inkâr edildiği yahut alay edildiği işitildiği anda kâfirlerle beraber oturulmamasını emretmişken; Fatma Zehra Dilipak gibi İslam olduğunu ileri sürenler ne yapacaklar? Ayetleri yok farz edip küfre mi ortak olacaklar ya da orayı yani okudukları okulu terk mi edecekler?

Örneğin Fatma Zehra Dilipak, babası, anası, kardeşi, ailesi veya vatanı hakkında yapılan hakaretleri, inkârları ve alayları sindirircesine faillerle beraberliğini sürdürebilir mi?

Hıristiyan ya da Yahudilerle birlik olmak, arzularına uymak, rızalarını kazanmak,  mı izzet, itibar ve güce kavuşturacak bir uzlaşıcı bir yoldur?

“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir. “ Nisa 140

“Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla)döndürülüyorlar!” Tevbe 30

“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir.” Nisa 139

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 120

“Onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar; onları çağırsanız da, sukût etseniz de sizin için birdir.” A’raf 193

“De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat, sağır olanlar, ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar.” Enbiya 45


“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

12 Haziran 2017 Pazartesi

İslam’dan başka bir din aranmayacaktır…

Tüm peygamberler İslam esası üzerine gelmiş ve birer Müslüman olarak topluluklara rehberlik yapıp düzen kurmuşlardır.

Vahyi tek din olan İslam’ın yanı sıra Hıristiyanlık olsun, Yahudilik olsun yahut diğer seküler-laik düzenler olsun tamamı din olup; itaat, hizmet, hükmedenin emri altına girmek, üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, anayasal ilkelere ve prensiplere kayıtsız bağlılık, kanun, ceza ve milleti içermektedir.

Din, her ne kadar tanrısal, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi tanımlanıp bilimsel ve siyasal hayattan uzak tutulup devletsi otoriteden koparılmak istense de, gerçekte sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri yasaların bütünüdür. Egemensel her düşünce ve rejim, doğrudan dini bir düzenektir. Söz konusu dinsel yapıya göre kanunlar yapılarak egemenlik hakkı güdülmekte, insanların itaat ve hizmeti şart koşularak üstün addedilen egemen gücün emri altında ve onun hükümleri çerçevesinde tek hâkim güç olunduğu tasdik edilmektedir. Bu sebeple, düzenin kurucusu, yasa yapıcısı ve yöneticisi, otomatikman tanrısal bir egemenlik hakkına da sahip olmaktadır. Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene göre egemen kabul ettiği gücü veya güçleri tanrılaştırarak, dolaylı olsa da onlara tapınmaktadırlar.

Düşüncenin, rejimin ve düzenin adı her ne olursa olsun, o, mutlaka bir dindir. Bu yüzden kaynağını Kur’an’dan almayan ve Kur’an’a muvafık olmayan her bilgi, öğreti, düzen ya da söz, gövdesi koparılmış ve o sebeple ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzediğinden batıldırlar, abestirler ve yaptırımı olmayan saçmalıklardır. Böylece bilgi edinmeye değer harbiyesi bulunmadıklarından fitnedirler, küfürdürler, çöptürler.

Kur’an’i yani Allah’ın indirdiği hükümlerden başka hiçbir dinin, diğer bir ifadeyle beşeri bir düşünce, rejim veya düzenin kabul edilmeyeceği karara bağlanmıştır.

Özellikle Hıristiyanlık ve Yahudiliğinde İbrahim dininden olmadıkları ve Hz. İbrahim’in ne Yahudi ne de Hıristiyan olmayıp Müslümanlık şerefini taşıdığı vahiyle bildirilmiştir.

Nasıl ki Yahudiler Allah’ı bırakıp bilginlerini yani hahamlarını, Hıristiyanlar da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edinmişler ise, seküler-laik düzenler yani dinler de seçtikleri beşerlere itaat ederek rab edinmişlerdir. Ne var ki, onlara kutsal bir hüviyet kazandırmama manipülasyonuyla iman etmişleri öyle zehirlediler ki, küfre meşruiyet kazandırdılar.     

(Yahudiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) Yahudi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” Bakara 135

“Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâtın yahudi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” Bakara 140

“İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.” Al-i İmran 67

(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. “ Tevbe 31

Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”  Al-i İmran 85


“Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur. “ Al-i İmran 19

8 Haziran 2017 Perşembe

Dünya mı; ahiret mi?

Kimi dünyaya meyledip ahireti inkâr eder; kimi her iki âlemi sahiplenerek aralarında yol tutmaya çalışır; kimi ahirete inandığını söyler ama kalbi şüphe ve tereddüt içindedir; kimi Hakk’a hizmet manipülasyonuyla dünya meylini gizlemeye çalışır; kimi gördüğüne inanarak yalnızca dünyayı kabullenip ahireti reddetse de öldükten sonrası için hiçbir kanıt sunamaz; kimi dünyada ölümsüzlük peşine düşer ama ikinci yaşam olan ahiretin ölümsüz olduğuna inanmaz; kimi apaçık bir kanıt olan ölümü dahi muhakeme edemeyerek ahiret yurduna itibar etmez; kimi amelsiz bir inanç ve ibadetle aldatılıcılıkta sınır tanımaz; kimi fani dünyadaki ödülü, diplomaları, kariyerleri, makamı, saltanatı, kazanımı ve övgüyü yegâne düşünür; kimi sadece ahirete odaklandığından şehadete koşar; kimi hilkatteki eşleri beşerin, kimi de yaratıcısı Allah’ın sevgi ve tazimini önemseyip kazançlı bulur…

İslam âleminin şeytan dostlarınca iğfal edilmesi öyle bir vahiy düşmanlığını ortaya çıkardı ki, nefsi dinler türetilip dünya nimetleri ve şatafatı olmazsa olmaz bir sahiplenme olarak kılındı.  

Öyle ki, Kur’an’a aykırı sözde hadislerle Müslümanlar zehirlenmiş ve dünya zilyetline hâkim olmak neredeyse iman şartı ile özdeşleştirilebilmiştir.

Sanki tek veren Allah değilmiş gibi peygamber efendimize düzülen “veren el, alan elden üstündür” uydurma hadislerin yanı sıra  “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış iftirasal sözler, günümüz İslam akidesini doğurmuştur.             

Düşünün ki, Alman sosyolog ve filozofu Max Weber’in sözü, sırf Müslümanları vahiyden ve ahiret sevdasından koparabilmek için Allah Resul’ününmüş gibi isnat edilmeye çalışılmış, böylece düzeni İslam olmayan yani Allah’a adanılmamış bir Müslümanlık rağbet kazanmıştır.

Sözde İslam Ülkelerinin vahiy ile hiçbir ilişiği olmayan halleri küfür diyarlarından bile daha beterdir. Onlara benzeyebilmek, hatta aşabilmek için fiziki “en” lere öyle odaklanılmış ki, sonunda nasıl olsa yıkılarak çerçöp olacak yapılar ve kozmetiksi ürünlerle gösteri yapılmaya kalkışılmış, kâfir kölesi münafıklık her yeri sarabilmiştir.

Oysa gerek ekonomi gerek siyaset gerekse askeriyede zafer daima Allah’ındır! Önce kendilerini Allah’a adayarak küfre karşı Allah adına cenge koşan nice İslam Devletleri öyle şımarıp kibirlenmişler ki, elde ettikleri güç ve zaferleri kendilerine çıkarmalarından bir köpük misali yok olabilmişlerdir. Dolayısıyla cihadı terk edip dünya nimetlerine koşarak ahiret yurdunu umursamayan her kul, devlet ve ülke, İslam olma şereflerini ve iktidarlıklarını küfre peşkeş çekmiş olmalarının zilleti içinde bedbahtlıktan sakınamamışlardır.

Hz. Ömer, başarı ve zaferlerinden dolayı büyütülen kimseleri Allah’a şirk koşma addeder ve böyle bir tehlikeye karşı derhal müdahalede bulunurdu. Ki, hayatı boyunca büyük başarı ve zaferlerle dolu olan ünlü komutanı Halid Bin Velid’i çok sevmesine ve İslam’a namütenahi hizmetlerde bulunmasına rağmen ordunun başından almış ve yayınladığı tamimde; “Ben, Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarı ve zaferlerin Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim demişti.

Halka hizmeti Hakk’a hizmetle özdeşleştiren anlayış, beşere tevekkülü meşrulaştıran öyle bir şirktir ki, Allah’ın değil insanın hâkimiyeti esası üzerine kurulan düzenleri helalleştirebilmiştir.

Bugün en sevdiği dostları, müttefikleri ve ırkdaşları tarafından işgal edilmekle karşı karşıya olan Katar; zenginliği, kalkınmışlığı, batıl dünyayla yarışan yatırımları ve cazibe merkezliğiyle şan ve şöhrete kavuşmuşken neden dışlandı biliyor musunuz; gerekçeler her ne olursa olsun yaptıkları şeylerin hiçbirine ruh giydirememelerinden. Çünkü ruhsuz beden nasıl ölü ise, ruhsuz yapılarda öyle ölüdürler ve sahibine hiçbir faydası bulunamamaktadır.

Kâfir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lutufta bulunur.  Bakara 212

“Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar. Al-i İmran 117

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir. Al-i İmran 185

(Ey Muhammed!) Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor. Tevbe 55

(Ey münafıklar! Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve (bâtıla) dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanların kendileridir.” Tevbe 69

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Nisa 74

“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır. Enam 70

“Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı istemez. “ Muhammed 36

"Kim, dünya hayatını ve zinetini istemekte ise, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar.

İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten) bâtıldır." Hud 15-16

2 Haziran 2017 Cuma

Ancak kim olduğunu öğrenebilirsen…

O peşine takılarak rehber hatta umut edindiğin hilkatteki eşlerinin yalancılıklarından kurtulabilirsiniz.

Peygamber Efendimiz ashabı ile konuşurken bir Yahudi ona uğradı:

Yahudi Peygamberimize şöyle dedi: “Ey Muhammed! İnsan neden yaratılır?” Bu suale karşılık Peygamberimiz de: “Ey Yahudi! Yaratılan herkes erkeğin menisi ile kadının menisinden yaratılır. Erkeğin menisi kalın bir meni olup, kemikler ve sinirler ondadır. Kadının menisi ise ince bir meni olup, et ve kan ondadır.” diye buyurdu.

Peygamberimiz şöyle devam etti: “Meni rahimde kırk gece kaldıktan sonra ruhu görevli melek tarafından kendisine üfürülür. Erkek mi, dişi mi, mutlumu, mutsuz mu, ameli, eseri, başından geçecek musibetler, eceli ve rızkı yazılmış ve programlanmış bir şekilde sayfası dürülür ve kapatılır. Kaderine (o kitapta yazılanlara) hiçbir şey eklenmez ve hiçbir şey silinmez.”

Yine, Peygamberimiz şöyle buyurmuş: Muhakkak sizden birinin, annesi karnında yaratılışı kırk günde gerçekleşir. Sonra aynı sürede bir kan pıhtısı, sonra aynı sürede bir çiğnem et olur. Sonra o bir çiğnemlik et parçası kemik olur. Kemiklere et giydirilir. Sonra ona kemikleri, sinirleri ve damarları ile baş, el ve ayak sahibi bir şekil verilir. Allah sonra ona melek vasıtasıyla ruhu üfürür. Ruhun programlanıp önceden tayin edilmiş rızkı, eceli, ameli, mutlu mu yoksa mutsuz mu olacağı, başından geçecek olaylar, musibetler, kazalar yazılmış ve kaderi tespit edilmiştir.
Allah’tan başka ilah olmayana yemin ederim ki: Muhakkak sizden biri cennet ehlinin amelini işlerde, cennet ile onun arasında ancak bir kulaç kala hakkında yazılmış olan kitap ona üstün gelirde, onun amelleri cehennem ehlinin amelleri ile tamamlanır ve o kişi cehenneme girer.

Muhakkak sizden biri cehennem ehlinin amellerini işlerde, cehennem ile onun arasında bir kulaç kala, kitap onu geçer ve ameli cennet ehlinin ameli ile biter ve cennete girer.

Bir kimse hangi tarihte; hangi sene, ay, gün, saat ve dakikada, arz kürenin hangi noktasında; hangi memleketin, hangi mahallesinin, hangi evinin, hangi odasının, hangi köşesinde ve hangi ananın rahminden ve ne suretle doğacağı ve doğduğu dakikadan itibaren, her an geçireceği olaylar, ne kadar yaşayacağı, ömründe kaç nefes alıp vereceği, ciğerlerinin ne kadar hava teneffüs edeceği, mide ve bağırsaklarının ne kadar gıda sarf edeceği, santimine, milimetresine kadar ağzından ne kadar ve ne mahiyette sözler çıkaracağı, kulağının neler işiteceği, gözlerinin neler göreceği, ellerinin neler yapacağı, burnunun neler koklayacağı, ağzının neler tadacağı, kafasının neler düşüneceği eksiksiz olarak programlanmıştır. Mesela kişinin hangi kadın veya erkekle evleneceği ve ne kadar çocuk sahibi olacağı, iyi veya kötü nefsi arzuları, hangi mevkilere geleceği, ne kadar para kazanacağı, hangi hastalıklara yakalanacağı, nerelere seyahat edeceği, hangi araçları kullanacağı, kimlerle tanışacağı, kavga ve münakaşa edeceği kişiler, göreceği felaketler ve savaşlar, hoşlanacağı ve seveceği kişiler, yere düşen bir yaprağı aldığı an dahi olmak üzere yaşamın her zerresi orada yazılmıştır.

“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. “ Hac 5

"Gökyüzüne ve târıka (sabahyıldızına) yemin ederim. Târıkın ne olduğunu nereden bileceksin? (O, karanlığı) delen yıldızdır. Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici bulunmasın.
İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O su) sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar. İşte Allah (başlangıçta bu şekilde yarattığı) insanı tekrar yaratmaya da kadirdir.
Gizlenenlerin ortaya döküldüğü günde insan için ne bir güç ne de bir yardımcı vardır.
Dönüş sahibi olan (yağmur yağdıran) göğe, (nebat ile) yarılan yere yemin ederim ki Kur'an, (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür. O, asla bir şaka değildir. Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kurarım. Kâfirlere mühlet ver, onları biraz kendi hallerine bırak (pek yakında desteğimiz sana gelecek)." Tarık Süresi

“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın. Neml 75


“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51