Seküler-laik
düşünce düzeyinde Allah’ın egemen sayılmayıp insanın kabul edilmesiyle adaletin
yerini nefis almış; böylece beşerin en önemli gıdası olan adaletin elden
alınmasıyla açlık dünyayı sarmıştır.
Adalet,
her ne kadar kıldan ince
kılıçtan keskin ve ruhun yegâne besin kaynağı ise de, vahiy dışı düşüncelerle vicdanlar
kalplerden sökülüp atılmış; nefsi yargılar hüküm sürerek haksızlığa karşı susan
dilsiz şeytanlar rehber yapılabilinmiştir.
Ruhu ya doğrudan ya da dolaylı olarak
dışlayıp bedene odaklı bir düşüncenin adalet gibi bir kıymeti tasa yapabilmesi
mümkün değildir. Bu sebeple Allah değil insan egemenleştirilmiş; nefsi arzu ve
istekler vahyin üstünde tutularak, yaratıcı Allah ile yaratık insanın teorisel savaşı
sürdürebilmiştir.
“Güç,
kuvvet, bilgi ve mutlaklık kimdedir” otokritiği dahi yanlışı, şüpheyi hatta sapkınlığı
aydınlatmaya yeterdir. Eğer beşerde ise, Allah’a inanmanın gereği nedir? Allah’a
iman edilmişse direnmenin anlamı nedir?
“İnsan, Allah için yaratılmamışsa mutluluğu Allah da bulmasının
gereği nedir? İnsan Allah için yaratılmışsa Allah’a karşı direnmenin anlamı
nedir?”
B.Pascal
İnsanları özgür ve zayıfı güçlü
kılacağı sanılan düşünceler bilgi değil teorilerdir. Oysa bilgi, insan aklının
alabileceği gerçekler olup, hayatta yaşanılanlarla örtüşen olaylardır. Teori tamamen
kuram olup, her ne kadar bilimsellik adına meşrulaştırılmaya çalışsa da kanıtlanmamış
hayali ürünler yani hipotezlerdir.
Allah’ın indirdiği bilgileri olumsuz;
teorileri ise ‘bilimsel bilgi’ olarak olumlu sayan sekülerizm’in 'olumlu bilgi' veya ‘olumlu akıl’dan ne kastettiği ortadadır. Ancak toplumlarca tepki
doğurmaması için akıl ve bilim manipüle edilmektedir.
Allah’ı ya inkâr ederek ya da gökyüzüne
yerleşip yeryüzünün egemenliği insanların iradesine vererek edinilmeye
çalışılan seküler açı, yeryüzü ve gökyüzü dinlerini ve tanrılarını doğurmuş;
böylece riyakârsı inanç ve düzenler karmaşası dünyayı sararak nefis güdümünde
bir adalet mukim kılınmıştır.
Oysa herhangi bir şey ya da olay,
kimin iradesi doğrultusunda üremekte, biçimlenmekte, düşünce ve eyleme dönüşmekte
sorgusu bile gerçeğin açık perdelerini aydınlatmaya kâfidir.
İlahiyatçıların dahi seküler-laik
felsefenin etkisinde kalarak batılı meşrulaştırıcı yorumları toplumları ikileme
sevk etmiş; gerçek ya bilinçli yahut bilinçsiz bir saptırmayla eğilip bükülmek suretiyle
temel yapı yani adalet tahrip edilmiştir.
Öncelikle “Din nedir?” sorusu idrak edilebilirse;
tuzaklar, yalanlar ve abartılar açığa çıkabilecektir. Din, kavram itibariyle
itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip
boyun eğmek, düşünce ve iradesine kayıtsız teslim olmak, ilkelerine ve
prensiplerine koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Din; her ne kadar
ilahsal, vahiysel, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi kabul edilse, siyasi
hayattan ve devletten uzak tutulmak istense de; gerçekte sosyal, ekonomik,
siyasi ve askeri yasaların bütünü; akıl, duygu, bilgi, düşünce ve iradelerin
tamamıdır.
Bilimsel ve siyasal her anlayış ve
rejim; kendine göre dini bir düzenektir. Söz konusu yapıya göre kanunlar yapılarak
egemenlik hakkı güdülür, insanların itaat ve hizmeti şart koşularak üstün
addedilen hâkim gücün emri altında ve onun hükümleri çerçevesinde tek güç
olunduğu tasdik edilir. Bu sebeple düzenin kurucusu, yasa yapıcısı ve
yöneticisi; otomatikman tanrısal bir egemenlik hakkına da sahip olmaktadır.
Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene göre egemen kabul ettiği gücü
veya güçleri dolaylı yoldan tanrılaştırarak, farkında olmadan
tapınabilmektedir.
Düşüncenin, rejimin ve düzenin adı ve tanımı her ne olursa olsun
o mutlaka bir dindir. Hatta ateizm de kural ve
kaideleriyle bir dindir!
Tüm çaba, insanların kul olma
yaratılmışlıklarını özgürlük manipülasyonuyla yaratıcıya karşı güçlü ve irade
sahibi bir egemenlik gütmek, Allah’ın koyduğu kuralları ve mutlak iradesine
rakip zafer kazanabilecek üstünlüğü pozitivist temelli argümanlarla adı sekülerizm,
laisizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasizm, Marksizm ve Kemalizm gibi
doktrinlerin yasa belirleyici etkileriyle dinleştirilmeleri akabinde insan
tanrılaştırabilmektir. Ancak teorilerindeki düşüncelerini pratikte
gerçekleştirememeleri her ne kadar toplumları uyandırmasa da kader hükümlü
akış, mecrasında sürmektedir.
Yaratıcının vahiysel dinini yani
anayasasını sözde kutsallaştırıp siyasetten, devletten, kamudan ve sosyal
hayattan arındırarak kendi dinlerini hâkim kılanlar, hileli yönlendirmelerle inananları
şeytanca aldatmışlar ve adaleti çiğnemişlerdir. Çünkü vahyi reddeden düşünce ve
sistemler, mega yalanlar zemininde empoze edilmiş abartılardır.
Toplumların yaratıcıya karşı olan
duyarlılığını dikkate alarak öylesi hilelere girişmişler ki, dinin sadece
kişiye özel ilahsal ve ibadetsel bir ritüel olduğu anlayışını işleyerek saygı
altında yaratıcıyı dokunulmaz kılıp, hapsedercesine yeryüzünden dışlamak
suretiyle tüm yetkiyi kendilerinde toplamışlar; nefsi okşayan ne varsa yerine
getirerek şeytan misali insanları kandırmışlardır.
Sırf Yaratıcının düzenini kabul
etmemek ve egemenliği altına girmemek adına birbirlerinin köleliğine razı olmuş
ve boyun eğmeyi ayrıcalıklı bir onur vesilesi sayabilmişlerdir. Acaba böylesi
bir anlayışa sahip politikacı, ilahiyatçı veya devletlerin adalet tesis
edebilmeleri mümkün müdür?
Açıkça söylemek gerekirse; lâik veya
demokratik düşünce temelinde yapılaşan devletlerin din ile siyaseti düşman
hatları misali birbirinden ayırarak insanı tanrılaştıran hukuklarıyla ayakta
kalabilme çabaları, semavi dine mensup politikacı, düşünür ve ilahiyatçıların
desteklerindendir. Halkı etkileyerek yanlışı meşrulaştıran bu çıkarcı
mihraklar; doğrunun, hakkın ve adaletin hâkim olmasına mani olmuş, dolayısıyla
Allah dini ve devlet dini gibi korkunç bir ikilem oluşturarak, dolaylıda olsa
çok tanrılı bir düzeni savunabilmişlerdir. Ancak toplumlar böylesi şeytani bir
hileyi derinden sorgulamamalarından gerçeği kavrayamamış, böylece çok tanrılı
ve dinli inanışları özümseyebilmişlerdir.
Öyle riyakârsı ve münafıksı bir
paradoksu meşrulaştırmışlar ki, Allah’ın dini ile devlet dininin sınırları çizilmiş
ve alansal müdahaleleri savaş nedeni sayarak, kıyasıya mücadele etmişlerdir.
Çağlar boyu süregelen çatışmalar ve bölünmeler ırktan çok dinsel zeminde baş
göstermiş, Allah ile insanın egemenlik haklarından ötürü milyonlarca insanı
ölüme sürükleyerek göz açtırmamışlardır. Bir tarafta vahiysel anayasayı
reddederek lâik zeminli demokratik veya sosyalist dinle kendini tanrılaştıran
insan, diğer tarafta yaratıcı olma hasebiyle sadece hukukuna uyulmasını emreden
Allah!...
Bu durumda Allah’ın dinine iman etmiş
bir Müslüman kime itaat etmeli ve hangi tarafın dini bağlılığıyla huzuru,
adaleti, mükâfat ve cezasını ciddiye almalıdır? Ya Yaratıcı Allah’ı ya da kendi
gibi yaratık olan insanı!
Türkiye Halkının dini, bağlı olduğu seküler odaklı laik ve
Atatürkçü anayasadır. İslam dini ve Allah’a olan inançlar bir ritüel
niteliğinde olup, tamamen ruhsal bir mastürbasyon taşımasından adalet
mevzubahis değildir.
"Gerçekten,
sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz." Mü’minun 34
“Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.
“ Muhammed 33
"Allah'a
ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir
gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz,
ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler
olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten
sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru
şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten
kaçınırsanız (biliniz ki) Allah
yaptıklarınızdan haberdardır. “ Nisa
135
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder