Öyleyse her işin merkezi olan dünü
konuşalım!
Hutbe
ve kürsülerdeki geçmiş ile ilgili mevzular hiç bitip tükenmez ve bir türlü
günümüze gelinip olaylar tartışılmaz.
Neden?
Vahyin
siyasete yani devlete karıştırılması cinayettir; ihanettir ve gericiliktir!
Nüfusu
Müslüman ama devleri ateist olan Türkiye’de “Haydi Bismillah” demenin dahi yasak olduğu seküler-laik cumhuriyet
din ile devleti sadece cenaze törenlerinde bir araya getiriyor.
İnsanların
idrak etmesi için değil de öğrenip bilmeleri için gösterilen çaba ne işe yarar?
İdrak etmedikten sonra bilmenin hiçbir işe yaramadığı amellerimizle
orantılıdır.
Öyleyse bilmeyecek; idrak edeceğiz ya da
etmeye çalışacağız! Bilip de idrak etmemek ruhsuz beden gibidir. Amele götüren
bilmek değil idraktir. Dolayısıyla bilip de idrak edilmemesinden sorunlar
çözülememekte; iman edilememekte; güven duyulamamakta ve yalanlar gerçek,
gerçekler yalan olmaktadırlar.
Dolayısıyla yıllardır gerek vahiyle gerekse
rivayetlerle kıssasını duyduğumuz Hz. Musa’yı dahi idrak edememiş olmanın
cehaleti içinde bocalıyor ama uhdesini idrak edebilmek için çabalamıyoruz.
Hz. Musa’nın doğduğu
gün, doğan erkek çocukların öldürülmesi için talimat veren Firavun, tüm
çocukları öldürmesine karşın kendisini öldürecek olan düşmanı Hz. Musa’yı
öldürmeyi başaramaması, hatta sarayında kendi elleriyle besleyerek büyütmesi
nasıl bir bilgi ve iradenin sonucuydu? Tek başına yenilemez sanılan Firavunu ve
ordusunu yok etmesi kimin başarısıydı? Hz. Musa’nın Firavuna karşı verdiği mücadelede
çektiği sıkıntılar, maruz kaldığı saldırılar, fiziksel yalnızlığı ve gösterdiği
mucizeler, hangi aklın ve düşüncenin yapabileceği gelişmelerdi?
Kâhinler, Firavun’a,
yeni doğacak bir erkek bebek tarafından öldürüleceğini bildirmeleri üzerine,
Firavun, o gün doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Askerler
evleri basarak doğan bütün erkek çocukları öldürür. Ancak Hz. Musa’nın annesi,
çocuğunu koruyabilmek amacıyla bir sandığa koyarak nehre terk eder. Suyun akıntısıyla
Hz. Musa’yı taşıyan sandık, Firavun sarayının önünde durur. O sırada nehrin
kenarında dolaşmakta olan Firavunun karısı, sandıktaki bebeği görünce çok
sevinir ve saraya götürür. Firavundan saklı Hz. Musa’yı evlat edinip büyüterek
yetiştirir.
O gün, doğan bütün
erkek çocuklar öldürülmüş, sadece Hz. Musa sağ kalmıştı. Üstelik Firavunu
öldürecek olan çocuğun karısı tarafından sarayında büyütülmesi, kaderin hiçbir
güç tarafından durdurulamayacağı ve değiştirilemeyeceği gerçeğini gözler önüne
seriyordu. Ayrıca, cennetle mükâfatlandırılan Firavunun karısı, bu davranış sebep
kılınarak o eşsiz yaşama lâyık görülmüştü.
Firavunu öldürecek
olan Hz. Musa için alınan namütenahi önlemler ve işlenen katliamlar dahi mutlak
iradenin takdirini engelleyememişti. Kader, herkes gibi Firavunun da akıbetini
belirlemiş, tüm güç ve hâkimiyetine rağmen hakkında yazılmış olandan kaçmasına,
ordusuyla birlikte Kızıldeniz de boğularak ölmesine mani olamamıştı. Yaratıcı,
olabilecekleri kâhinlere hissettirmiş ve Firavun’a duyurtarak tedbir almasına fırsat
tanımıştı. Peki, tedbir uğruna binlerce
çocuğu katletmesi bir fayda sağlayıp takdiri önlemiş miydi?
Örneklendirilen
olayların tamamı yaşamın değişmez gerçekleri olup, Mutlak İrade’yi kanıtlayan
somut gelişmelerdir. Tıpkı yapılan uyarılar, istihbaratı bilgiler, istihare
veya rüyalar gibi! Firavun, bütün çocukları öldürtmesine ve alınan tüm
önlemlere karşın Hz. Musa’dan sakınamamış, muhteşem kudreti ve ordusuyla ona
mağlup olmuştu. Herhangi bir şeyi bilmek ve ona karşı tedbir alarak fayda temin
edilebileceğini sanmak, lehte hiçbir kaçışa olanak sağlamamaktadır. Aksi
takdirde ne bir kayıp ne de bir ölüm gerçekleşirdi. Neticede tedbiri aldıran da tedbiri aştıran
da Yaratıcı Allah’dır!
Güç ve yetkileri
tamamen Allah’ın tasarrufunda olan iktidarlar, nasıl bir hiçken o kudrete
ulaşabilmişlerse; süreleri dolduğunda yine bir hiç olarak geldikleri ebediyete
geri dönmektedirler. Çünkü “Bir”in altı sıfırdır. Kimileri hayattayken,
kimileri de ölümünden sonra şöhrete kavuşur. Güçlü ve hırslı benlikleriyle
kendilerini tanrılaştırarak yıkılmaz ve yenilmez zannedenlerin belirlenmiş
süreleri dolduğunda nasıl sarsılarak devrildiklerini görürsün. Tıpkı
depremlerde yıkılan yapılar gibi! Saltanatlarını kaybederek, ya bir pislikmiş gibi
fırlatılıp hor ve hakir bırakılır, ya hastalanarak yok edilir veya öldürülerek
zillet içinde yaşamlarına son verilir. Kaderin akışını ve sürecini değiştirebilmek
mümkün olmadığı için, her canlı, hakkında yazılmış olanı yaşamaya tutsaktır.
Allah öğretir; bilgi sahibi kılar; bildirirde! Ama
ameli, hidayeti yani iradeyi hükmü altında tutuyorsa öğrendiklerinin, bilginin,
bildiklerin ne işe yarar?
Neden hidayeti
dilediğine verdiğini hiç düşündünüz mü?
Ayrıca özgür
bırakılsaydın yahut cüz’i bir serbestîye sahip olsaydın kul olur muydun?
"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur;
O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve
yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O,
kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam
olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup
gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." Bakara 255
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder