Dünya
varolduğundan itibaren nice güçlü ve kuvvetli toplumlar ve devletler sahip
oldukları geçici iktidarlıklarıyla öyle şımarıp böbürlenmişlerdi ki, üstünlüklerini bilgi ve iradelerinden bilip Allah’a
meydan okuyarak tanrısallıklarını ilan etmişler ise de, belirlenmiş ecelleri
geldiğinde zillet içinde yok olup gitmişlerdi.
İnsanın ‘ben merkezli’ zaafı heva ve hevesini öyle tanrı konumuna
sokmaktadır ki, güç, zafer veya başarısını kendinden; zayıflığını, yenilgisini
veya gerilemesini ise başta kader olmak üzere hep başkalarından bilmektedir. Aslında
böylece başarısının da kendinden olmadığını itiraf etmektedir. Oysa madem çok bilgili,
güçlü ve yenilmez idi, neden biçareye düşüp övündüğü kudretini sürdüremeyip
bilakis gömülebildiği sorgusu dahi gerçeğe ulaşmaya yeterli bir ışıktır.
Teknoloji
harikası ve “Allah bile bu gemiyi batıramaz” diye nitelendirilen
muhteşem Titanic Yolcu Gemisi, 17 bin kişinin emeği ile inşa edilmiş
zamanların en muhteşem bilim ve teknoloji harikasıydı. Gemiyi yapan mühendisler
ve kaptan, bu geminin asla batmayacağını iddia ediyor, herkese ve her şeye
meydan okuyorlardı. Bilim ve teknolojilerine o kadar güveniyorlardı ki, geminin ismine
bile Yunan mitolojisinde tanrı olan “Titan”
adını vermişlerdi.
Gemi
inşa edilirken, her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve
zenginleştirilmiş en yüksek kaliteye haiz çelik kullanılmıştı. Birbirinden
farklı sınıflardan olan binlerce insan
gemideki yerini almış ve hatta kimi seçkin hayvanlar bile bu
ayrıcalıktan yararlanmışlardı. Böyle bir gemiyle güven içinde seyahat
etmenin, huzur ve emniyetini yaşamanın konforluğuna, prestijine
ve zevkine dalan soylu insanlar, bir anda ansızın kopan korkunç gürültü ve
sarsıntılarla darmadağın olmuş ve seraptan uyanıp gerçekle yüzleşmişlerdi.
Bir
saniye sonrasını bilmekten aciz kulların, yaratıcılığı oynarken aniden hiçliğe
düşmeleri, Mutlak İrade’nin her türlü düşünce, duygu
ve fiziği yaşatacak olan korkunç gösterisinin zaruretindendi.
Evet, kesin
bir garantiyle üç günde batmaz denilen Titanic, üç saat içinde okyanusun üç bin
metre derinliğine gömülüyor; kahkahalar çığlık; zevkler dehşet; nadide
ve bakımlı vücutlar parçalanmış et ve kemikler olarak balıklara
yem oluyor; ne zenginlik ne makam ne de emniyet değer ediyordu. Oysa
derme-çatma yapılan Nuh’un gemisine hiçbir şey olmayıp, Allah’ın bile
batıramayacağı denilen Titanic, hem de ilk seferinde parçalanması fevkalade
önemli bir ibretti.
İnsan, her ne kadar para, bilim ve teknolojiye sahip olup tedbir için
en üst düzeyde güven içinde olsa da, sıkça tadıp tecrübe edindiği felâketleri
hissettiği an ile her şey geçtikten sonraki duyguları irdelendiğinde, nasıl
gerçekte aciz ve zayıf olduğu ortaya çıkmakta, ancak çölde serap görüp kum yemesi
misali gururuna devam edebilmektedir.
Benlik
öylesine bir felâkettir ki, zihinsel ve
duygusal faaliyetleri durdurarak muhakemeyi yitirtmekte ve ulaşamayacağı
hayalleri gerçekmiş gibi hissettirerek dibe vurdurmaktadır. Bu yüzden doğruyu
yanlıştan, iyiyi kötüden, gerçeği yalandan, Yaratıcı’yı yaratılandan ayırt edemeyen
bitkisel bir hayat yaşamaya mahkûm olmaktadır.
İnat ve
ısrarla Mutlak İrade’ye meydan okuyarak üstün gelinebileceği iddiası, sağlıklı
bir aklın, kavrayabilen bir kalbin ve düşünebilen bir mantığın doğrusu
değildir. Üretip sağlam sandığı bir yapının batmayacağı ya da kurduğu
devletin yıkılamayacağı yahut güç ve zenginliğine halel gelmeyeceği fikri, yaratıcılığa
bir özentidir. Olaylardan ders almayarak, her şartta “o
kitap”’tan kurtulamadığı ve sınırlı olan geçici gücünün
de hiçbir değer taşımadığı bilinciyle hareket edememesine etken, sandığı
gibi özgür ve bağımsız olamamasındandır.
Egemen ve özgür olduğunu iddia eden
insanın engelleyemediği ve tedbirlerine rağmen önleyemediği felaketler, kim
olduğuyla ilgili tartışılmaz kanıtlardır ama yine de böbürlenebilmektedir.
Sağlam zemine, sağlam yapı mantığıyla yapılan inşalar ve
geliştirilen projeler ile tanrısal vaatte bulunan bilim ve siyaset adamları,
her türlü mal ve can kaybını önleyebilecek ve olası bir felâketten yara
almadan kurtulabilecek stratejilere yoğunlaşır ve sahip oldukları bilim ve
teknolojileri doğrultusunda günlerce tartışırlar. Titanic
gemisinin mühendisleri ve kaptanı gibi!
Özellikle
gelişmemiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler mukayese edilerek, sağlam zeminin ve
yapının kurtarıcılığına dikkat çekilmekte, bu surette ecelin ve
kaybın önüne geçilebileceği iddia edilmektedir. Oysa “o kitap”’da savaş dâhil
her felâketin vereceği kayıp ve alacağı can öylesine
hassas hesaplanmıştır ki, tahribat nispetinde
zararlar oluşturulmakta, seçilmiş mal ve insanın dışında tek bir
karıncaya, bir örümcek yuvasına veya bir bebeğe dahi hasar verilmemektedir.
Yaratıcı,
şımaran toplumlara bir ders ve diğerlerine ibret olması açısından ya korku ya
da dehşet yaratarak, gerçeklerin fark edilmesine
zemin hazırlar. Asırlardır hiç zarar görmemiş ve büyük tarihi
değeri olan yapılarla süslenmiş ünlü kentler ve ülkelerin hiç beklemedikleri facialarla
karşılaşmaları, öyle kâğıt üzerinde ya da medya karşısında gelişi
güzel bilimsel veya fiziksel teorilerle anlaşılabilecek veya çözülebilecek laflar
değildir. Her olayın bir geçmişi, bir geleceği, bir de etkileyeceği alanı
vardır. Bir depremde ya da savaşta on binlerce güçlü kuvvetli insan ölürken,
bir ay geçtikten sonra enkaz altından bir çocuk veya yüz
yaşını aşmış yaşlı insanlar çıkabilmektedir. Ya da günlerce sağ kaldığı
enkaz altından kurtulmanın sevincini yaşarken, ertesi gün huzur
ve güven içinde uyuduğu yatağında ölebilmektedir.
Sıra dışı
olayları şans, rastgele, tesadüf veya mucize olarak değerlendirmek, vahiy
karşısında aklı ve bilimi egemen kılmaya çalışan seküler köklü anlayışların
iflası ve acziyetidir. Oysa hayatta ne şans ne tesadüf ne de mucize vardır.
Hatta mucizeyi dahi Allah’a değil de insana mahsus bir
olağanüstülük yorumu, insanı tanrılaştırmaya yönelik bir manipülasyondur.
Yaratıcı,
yıkacağı yapının ve alacağı canın sayısını, cinsini ve kimliğini
önceden yazdığı "o kitap"’ta belirlediğinden, ona göre
felaketler, afetler, hastalıklar, savaşlar ve musibetler güncelleşerek;
ölümler, yaralanmalar, sakatlıklar ve kayıplar gerçekleşmektedir. Dolayısıyla
beşeri hiçbir güç ve irade, yazılanı önleyebilme, öteleyebilme, savsaklayabilme
ya da ortadan kaldırabilme inisiyatifine sahip değildir. Beşer, tanrı değil ki,
Allah ile mücadele edebilsin; üstünlük sağlayabilsin; yaptığı ya da yönettiği
bir şey güvenli olabilsin!
“Yeryüzünde vuku bulan ve
sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce,
bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.” Hadid 22
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan,
seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz,
yalandan başka söz de söylemezler.” En’am 116
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden
uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu
görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona
saparlar. Bu durum, onların ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil
olmalarından ileri gelmektedir.” A’raf 146
“Siz ne yeryüzünde ne
de gökte (Allah'ı) aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da
bulamazsınız.” Ankebut 22
“(Resulüm!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha
öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi.” Rum 42
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder