Müslüman toplumların idol belledikleri Başbakan Erdoğan’ın İslam ülkeleri ziyaretindeki laiklik vurgusu ve tavsiyesinde bulunarak, “din karşıtlığı anlamına gelmez” açıklaması; laikliğin var olma sebebi, amaç ve gayesine tamamen aykırıdır. Kalbinde saklı olanı Allah’tan başka kimsenin bilebilmesi mümkün olamayacağından, böylesi korkunç bir düşünceyi hangi amaçla savunduğu konusunda spekülatif yorumlara şu an için girmekten kaçınıyorum. Dolayısıyla sözünü salt anlamda değerlendirmeyecek, kimileri gibi ne yerecek ne de öveceğim.
Çağdaşlık ve insan hakları maskesine büründürülen laiklik, dinlerden ziyade doğrudan Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden bir prensip olarak, hiçbir dönüşüme tabi tutulamayacak ve başka anlamlar yüklenemeyecek açıklıktadır. Liberalizmin dini kaynağı sayılan laikliğin 17. yüzyılda siyasi hayata girme nedeni de, dinin egemen olduğu toplumlarda Allahsız ve dinsiz bir düzen var etmektir. Laisizmin savaşı doğrudan Allah’tır, dolayısıyla Allah’ın vahiy ettiği dinlere de tahammülü mümkün değildir. Çünkü sözde siyasi kudreti ilahi kudretten ayrılmasını ifade etmesinden sadece İslam değil, Hıristiyanlık ve Yahudilik de laikliğe karşı mücadelelerini sürdürmekte, laikliğin ateizmin siyasi bir terminolojisi olmasından herhangi bir şart ve koşulda ortak bir yolda uzlaşabilmeleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Allah’ı ve dinlerini kökten reddeden bir düşünceyle uyuşabilmek olası mıdır?
Laiklik, teizm ( Allah’a, peygamberlere ve dinlere inanmak) öncesi deizm’i (sadece Allah’ın varlığına inanmak) reddeder. Dolayısıyla ateizmin manipüle edilmiş siyasi bir kamuflajıdır. Dolayısıyla laiklik dinsizlik değil, doğrudan Allahsızlıktır.
Allah’a ve dinlerine inanmış toplumları laiklik gibi bir hileyle etkileyip devletin dini kurallarla kısmi de olsa yönetilmesini engellemek, Allah iradesinin değil insan iradesinin üstün olduğu kuramıyla siyasi iktidarı benliksi akıllar sınırında tek hakim güç olarak siyaseten meşrulaştırmaktır. Böylece önce devlet sonra halk dinden koparılarak; çağdaşlık, insan hakları, bilim ve rasyonalizm referanslarıyla insanları ateistleştirmektir.
Dini kurallara tumturaklı bağlı toplumları inançlarından ve iktidarlarından soyutlayabilmek için doğrudan ateist bir rejimle yönetilme girişiminin ortaya çıkaracağı kaos, isyan, direniş ve çatışmayı önleyebilme yolunun laiklik gibi bir maske olduğuna karar veren sekülaristler; ateizmi öyle perdelemişler ki, aradan dört asır geçmesine karşın laikliğin dine karşı rejimsel başarısını sürdürebilmişlerdir. Şeytanın hükmettiği nefislere pek hoş gelmesi ve insan iradesini ön plana çıkarması da, olması gereken itiraz ve direnişi kırmıştır.
Başbakan Erdoğan’ın; “kişi laik olmaz, devlet laik olur”, “ben Müslüman’ım, laik değilim”, “laiklik her dine eşit mesafededir”, “laiklik dinsizlik değildir” açıklamalarının hiçbir tutarlılığı bulunmamakta ve birbirleriyle çelişen akıl dışı zıtlıklar, ilköğretim çağındaki çocuklar tarafından bile kavranabilecek berraklıktadır. Madem laiklik dinsizlik değil ve her dine eşit bir mesafede saygıyı kapsayan adil bir masumiyet içeriyor ise; neden kişisel laikliği kabul etmeyip de rejimin laikliğini savunuyor? Acaba toplumları güden rejim değil midir? Hem laik olunamayacağını belirtecek, hem de rejimlerin laik olma gerekliliğine vurgu yapmak, apaçık bir paradokstur. Daha açık bir ifadeyle devlette ateizmi, sokakta dini meşrulaştıran bir düşünceyi, hangi Tanrı, mümin ve dini kurallar sindirebilir?
Ne var ki devletle hükümetin farklı kuvvetler olduğunu da beyan eden Başbakan Erdoğan, sanırım farkında olmadan ruhsuz bir bedeni yani ölüyü savunmaktadır. Anayasa veya rejim, düzenin nasıl ruhu ise; hükümette devletin ruhudur. Dolayısıyla anayasasız bir toplum ve hükümetsiz bir devlet olamayacağına göre; birbirlerinden ayrı tutulduğunda canlı kalabilmeleri mümkün değildir. Unutmamalıdır ki mezarlar, ancak ruhsuz bedenleri kabul eder.
Ancak Türkiye gibi gizli diktatörlükle cebelleşen ülkelerde hükümetler iktidar olamadığından devlet-hükümet ayırımı ortaya çıkmakta, böylece insan-Tanrı egemenliği misali devlet-hükümet çok başlılığı da doğabilmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın laiklik gibi bir küfrü desteklemesindeki amacı peşin hükümden uzak bir serinkanlılıkla tahlil etmek ve zandan çokça kaçınmak, erdemliğin ve imanın bir gereğidir.
Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın laiklikle ilgili ifadelerinde samimi olmadığı tartışılmazdır. Ak Partiyi kurana dek ömrünü laiklik karşıtı mücadeleyle geçirmiş, adaletin ancak Allah inancı, sevgisi ve korkusuyla sağlanabileceğini tebliğ etmiş Başbakan Erdoğan, laikliğin ne anlam taşıdığını herkesten daha iyi bilmektedir. Gerek insanlığı gerek vicdanı gerekse imanı; cennette yaşayan şeytan misali saptırılarak ebedi lanetlenmiş olabileceğini imkânsız kıldığından başka bir hale dönüşmüş olabileceği söz konusu değildir. Bu sebeple Başbakan Erdoğan’ın olası amacını birkaç ihtimalde değerlendireceğim.
İslam düşmanı dikta emperyalist güçlerin hedefi olmamak, yükselen İslam’ın ayak seslerinin haçlılara korku salmasının önüne geçebilmek için zoraki de olsa laikliği savunması ve kendine biçilen Müslümanların lideri imajını perdeleyebilmek maksadıyla Batı’ya güvence verebilmek için söz konusu açıklamada bulunmuş olabileceğini düşünüyorum.
Müslüman toplumlara hürriyet sağlayacak bir lider umudu doğurması ürkmesine, böylece “İslam adına benden bir şey beklemeyin” mesajını laiklik tavsiyesiyle ya aşmayı düşünmüş ya da İslam’a savaş açmış malum güçlerce yönlendirilmiştir.
Devrim gerçekleşen her ülkedeki laiklik mesajı, hedeflediği amaca ışık tutmaktadır.
Diğer bir açıdan gözlemlersek; yaklaşık dokuz yıldır laik rejimle yönettiği Türkiye’de, İslam’la laiklik arasında çıkmaza girmiş; kalbi ile aklı, din ile siyaset arasında oluşan baskının altında ezilmesi kendisini savunma arayışlarına itmiş, dolayısıyla edindiği fetvalarla laikliğin bir dinsizlik ve din karşıtlığı olmayacağı konusunda dayatma bir tanıma girmiştir. Hümanist söylemlerle de orta bir safı tercih ederek, laiklikle İslam’ı, İslam’la Hıristiyanlığı yahut İslam’la Yahudiliği buluşturabileceğini sanmış ama işin içinden sıyrılamayacağını pek yakın bir zamanda anlayacaktır. Oysa ilahi ve beşeri yollar son derece açık olup, eninde sonunda mutlak bir safta yer almayı zorunlu kılacaktır. Nasıl ki doğru ile yanlış ya da iyi ile kötünün sencisi-bencisi olmaz ise; hiçbir düşüncenin de sence-bence diye bir yorumu ve tanımlaması olamaz.
Her ne kadar vicdanını rahatlatmak maksadıyla laikliğe bir ateizm olmadığı yorumu getirse de, içinde bulunduğu ikilemin ortadan kalkabileceği hesabıyla laikliğin anlam ve içeriğini bozarak, kendini ya da Müslümanları ikna edebilmesi söz konusu değildir. Ancak fiyat etiketiyle dolaşanlar istisnadır.
Açıklamayı uygun görmeyip milletim aleyhine risk taşıyacağı ve fitneye neden olabileceği düşüncesiyle son ihtimali saklı tutacak, inşallah başarabilirse milletçe huzur ve refaha kavuşacağımıza inanıyorum.
Ziyaret ettiği İslam ülkelerindeki söylemleriyle Türkiye’dekinin farkı, laikliğin gerçekte ne anlam ifade ettiğini de kanıtlamaktadır. En basiti; oralarda halkı selamlarken “Selamun Aleykum” diyor, ama neden halkımız gibi Türkiye’de aynı hitapta bulunamıyor ? Açılışları “Bismillahirrahmanirrahim” diye yaparken; neden Türkiye’de ülkücülerin perçinleşmiş sloganı olan “ya Allah ya Bismillah” diyebiliyor? Neden nikâhların bile Allah adına kıyılması yasak? Neden laik anayasa da Allah adı hiçbir yerde geçmiyor ve laikliğe aykırı sayılıyor? Bugüne kadar TBMM ve mitinglerde Müslüman vekil ve halk, Allah’ın selamıyla selamlanabilmiş mi gibi gayet sıradan olanlar bile laiklik adına yapılamazken, diğerlerinden bahsetmek abes olsa gerek…
Başbakan Erdoğan, önce iktidar olduğu kendi ülkesinde laikliğin dinsizlik değil her dine eşit bir saygıda bulunduğunu, rejimin irtica paranoyasıyla dinden korkmadığını, inanç ve ibadet özgürlüğü sağladığını kanıtlasın; ondan sonra tavsiyeleri karşılık bulsun!
Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın yorumları, laikliğin kavramsal amaç ve hedefini manipüle etmeye kâfi değildir.
Batı’nın ve Türkiye’deki laik bayraktarların asıl düşmanı Müslüman kimlik taşıyanlar değil, İslam’dır. Bundan dolayı İslam’i hükümlerle bütünleşen ve bütünleşecek olan rejim ve devletleri terörizm ya da irtica adına tehdit belleyip düşman kesilmektedirler. Başbakan Erdoğan’ın altın prangalı bir mahkum mu yoksa dereyi aşana kadar takiye mi yaptığının sebebi ergeç ortaya çıkacaktır.
Mısır, Tunus ve Libya’daki jakoben laik diktatörlükleri yıkan Müslüman ve Hıristiyan Halka, kanla yaptıkları devrimlerinin baharlarındayken laiklik vurgusunda bulunmak, şüphesiz devrimdeki amaçlarına ve uğruna akıttıkları kanlara bir ihanettir. Zaten devrimler, zulmeden laik yöneticilere karşı yapılmadı mı?
Kansız bir devrim asla olamaz. Türkiye’de rejime karşı asla bir devrim gerçekleşmediği, köşeden bucaktan dolaşarak yapılan değişimleri devrimle özdeşleştirmenin de devrimin amacına tezat olduğu malumdur. Makyajı değişimle karıştıran Başbakan Erdoğan, sonunda laik rejime teslim olması bir yana, överek Müslüman ülkelere de ihraç etmeye çalışması tamamen içişlerine müdahaledir.
İslam’ın emrettiği yol meşakkatli, riskli ve doğrudan savaşı çağrıştırdığından, maalesef Başbakan Erdoğan’ın bu yola cesaret edecek bir imanla bütünleşmemiş olması, var olanı rehabilite etmesini ameliyatla özdeşleştirmesine, dolayısıyla kansız devrimin olasılığına dikkat çekebilme gafletinde bulunmasına sebep olmuştur. Oysa kendisini dinleyenlerin anaları, babaları, çocukları, eşleri, akrabaları ve dostları katledilmiş, işkencelere uğramış, sakat bırakılmış, dul ve yetim kalmış ve acı içinde inlemişler ama Başbakan Erdoğan, onların gözünün içine baka baka kansız devrimden bahsetmiş, dolayısıyla mücadelelerinin ahmakça olduğunu üstü kapalı bir üslupla vazedebilmiştir. Bir burun estetiğinde bile bir halden başka bir hale dönüşürken kan akıyor da, rejimsel bir değişimde mi kan akmayacak?
Nasıl ki savaşsız bir İstiklal elde edilemez ise, kansız bir devrim de muhkem olamaz.
Sonuç olarak; Başbakan Erdoğan’ın laiklik mesajı özünü yansıtmamakta, ya Batı’nın talebi doğrultusunda elçilik görevini üstlenmesinden ya da saklı tuttuğum o sebepten laikliği savunmaktadır.
Hakkını da teslim etmek gerekirse; bugün Başbakan Erdoğan’ı eleştirenler, onun yaptıklarını hayallerinde bile canlandıramazlar.
MİT’in ya da hükümetin pkk sözcüleriyle ilgili görüşmelerinin kamuoyuna skandal başlığıyla yansıyan habere tepki gösteren CHP ve MHP öylesine provokatör riyakarlardır ki, pkk’yı bugünlere taşıyıp meşrulaştıran kendileri olmasına rağmen, tıpkı bdp gibi Başbakan Erdoğan’a acımasızca kara çalmaları, sanırım pkk’yı yok etmek için başlatılan operasyona duydukları öfkedendir. Çünkü hükümeti, pkk ile başarısız kılma gayretindedirler. Belki ıslah olup yola gelebilirler düşüncesiyle barışçıl bir diyalogu ihanete dönüştüren CHP ve MHP’nin saldırganlıklarına itibar edilmemeli, Başbakan Erdoğan’ın; “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden anlamayanın hakkı kötektir” felsefesiyle başlattığı müzakerenin yapılması zaruri olan bir görüşme olup, ancak ondan sonra atılacak köteğin haklılığını tartışılmaz hale getirmiştir. Dolayısıyla deşifre olan ses kaydından asla endişe duyulmamalı, bilakis halkımızın nasıl insani bir sürecin takip edildiğini ve pkk’lıların hükümeti barbarlıkla suçlayan argümanlarının nasıl yalan olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca pkk ile kck ve bdp’nin hiçbir farkı olmadığı halde, muhatap alınmakla kalmayıp milletvekili statüsü kazandırılarak onurlandırılmadılar mı?
Bdp’nin kongresine Genel Başkan yardımcısını gönderip de Cumhurbaşkanı Gül’ün resepsiyonunu boykot eden CHP’nin ciddiye alınabilmesi mümkün müdür? İktidara geldiklerinde pkk’ya özerklik vaadinde bulunan kendileri değil miydi? Seçim mitingi için gittikleri Hakkari’de pkk’lı teröristlerce coşkuyla karşılanıp alkışlanan kendileri değil mi?
Mehmetçiklerimizi şehit eden teröristlerin evlerine giderek baş sağlığında bulunan CHP değil midir? Genel Başkanlarının ne söylediğini önemsemediğim gibi, adını dahi telaffuz etmeyi zül addediyorum.
“Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir.” Hz. Ömer (r.a)
“Düşmanlarınızı sevin, çünkü kusurlarınızı yalnız onlar açıkça söyleyebilir. “ Benjamin Franklin
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder