Kimin düşman kimin münafık olduğu o kadar aleni ki; halkının üzerine tankları yürütmeye, acımadan tepelemeye ant içmiş, dini inançlarından ötürü 1. derece tehlike ilan edip fişleyerek dışlamış sekülerist bir devlet; o devletin dikta rejimine bağlılığını sürdüren ve sözde halkı temsilen hükümette ve muhalefette görev yapan partiler, dini ve laik cemaat ve sivil toplum örgütleri…
Düşünce ve inancı ne olursa olsun taraflarca kuşatılan halk, kendi olmak yerine onların kuklaları olmayı sindirerek insanlıklarını tarumar etmiş, dolayısıyla itilip kakılan modern veya dini köleler olmaktan kurtulamamışlardır.
İnsanları benlikleştiren ve gaddarsı hırs veren düşüncelerin kimilerini iyiyi, kimilerini kötünün iyisi arayışındaki umutlarıyla yanlış bataklığında debelenerek büsbütün doğrudan uzaklaştırıp vicdandan, haktan ve adaletten soyutlanmaları, böylesi pespaye bir düzeni meşrulaştırmış, güç sahiplerinin milletin efendileri olma anlayışı kabul görmüştür. Oysa ayırımcılığı ve kötüyü üreten rejime dokunulmadan iyinin hâkim kılınabileceği anlayışı nasıl bir muhakemedir?
Düşman ve münafıklarla barış adına bir arada yaşayabilirsiniz ama doğruyu eğip bükecek bir uzlaşmaya asla girişemezsiniz. Nasıl ki merkezi sinir sisteminde herhangi bir hücre tahrip gördüğünde organlar atıl hale gelebiliyor ise, mahkûm olmuş bir rejim de aynıdır. İşte bundan dolayı rütbeli ve cübbeli rejim bayraktarı suçlulara adalet işlememekte, hukuk atıllaştırılabilmektedir.
Milletin silahlı kurumu Genelkurmay, millete karşı silme operasyonunu planlayabiliyor ve hukuk temeli çerçevesinde suçlular hakkında bir yargı süreci başlatılıp isyansı bir dirençle karşılabiliniyorsa; o Genelkurmay’ın hukuk tanımaz bir işgal gücü olduğu; halk, hukuk ve adalet adına hesap sormayan hükümet ve muhalefetinde halkı etkisizleştirmedeki hain rollerinden dolayı dokunulmazlıklarını ve cesaretlerini derinleştirdikleri tartışılmazdır. Oysa aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi tutuklanmaktan kaçınmaları, nasıl birer hiç olduklarına da açık delildir.
Kanalizasyonda temiz bir yer bulabilmek nasıl imkânsız ise, yanlışla inşa edilmiş bir yapıda doğru ve temiz bir kurumun, bozulmamış bir insanın, siyasi ve dini liderin var olabilmesi söz konusu değildir. Herkesin birbirinden beter ve çıkarı için çalıştığı bir düzende insan kalınabilmesinin mümkünsüzlüğü vahiyle de açıktır.
Cesedi görsellikte ölümsüzleştirebilmek maksadıyla çürümesini engellemeye çalışsanız da o bir ölüdür. Yapılan makyajsı müdahaleler gerçekten uzaklaşmaya neden olmakta, gelecekte daha korkunç ahlaki ve politik öldürücü salgınlara zemin hazırlamaktadır. Onun için önümüzdeki anayasa değişikliğiyle ilgili referandum sürecinin evet veya hayır sonucu laik diktatörlüğü etkilemese de, adam yerine konmayan köle milletin adaletsizliğe ve esarette karşı bir duruş koyabilmesi adına “evet” denmesinin kendisine saygı ve caydırıcılığını hissettirebilecek bir mecburiyet olduğunu düşünüyorum.
Yoksa halkı katletme niyetlisi terörist rütbelilerle işbirliği yapabilen Başbakan Erdoğan ve Ak Parti hükümetine zerre kadar güvenmiyor, canlarını feda ederek hakkı ve adaleti egemen kılan kahramanların cesaret ve erdemliğinde olmadıkları; acizlik, korkaklık ve gizli pazarlıklarıyla ortadadır. İktidar olduğunu dahi hazmedememiş milletimizi ve seçmenini küçük düşürücü skandallarıyla şöhretli acınası bir Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, eğer “Biz emniyet müdürünü görevden aldık, aynısını asker de yapmalı” diyebiliyor ise, artık ne söyleyebiliriz ki? Açıkça askerin vesayeti altında olduğunu ve iktidar olarak kendilerine müdahale edemediklerini itiraf edebilen bir hükümet anlayışından icraat yerine ancak şov beklenir. Sonrada hakkında yakalama emri çıkarılan halk düşmanı terörist general ve amirallerin neden tutuklanamadığı tartışması yapılıyor. Onlar, sadece sokaktakilere efelik taslayarak tatmin olurlar…
Dünya, hakkı ve adaleti hâkim kılan ve halkına zulmeden barbarları ortadan kaldıran kahramanlara ev sahipliği yapmış bir âlemdir. Kahramanı kahraman yapan akademik veya askeri kozmetik unvan, rütbe ve ödüller değil, yüreği ve yıkılmaz inançlardır. Tıpkı 1987 tarihinde NATO tarafından şahsıma verilen plaketi tuvalete asmam gibi, o makamlar ve ödüllerin gerçek yeri de tuvalettir…
Bir kölenin oğlu olan Tarık Bin Ziyad; kökenleri Cermen ırkına dayanan ve Batı Roma İmparatorluğunu yıkarak, Roma’yı yağmalayan ve halka ağır işkencelerle zulmeden çok güçlü Batı Gotları, diğer bir namıyla Vizigotlar’ı, yedi bin kişilik ordusunu gemilere bindirip denizleri aştıktan sonra İspanya kıyılarına çıktı. Bunu haber alan Vizigotların Kralı Rodrik, doksan bin kişilik ordusunu Tarık’ın üzerine sürerek savunmaya geçti. Tarık’ın komutasındaki yedi bin kişilik İslam Ordusu, kendilerinden 10 kat fazla Vizigotların ordusuyla karşılaşarak çarpışmanın yaklaşıp gerilimin yükseldiği sırada; Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmalarını önleyebilmek amacıyla oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine şöyle seslendi: “Artık bizim için geri dönmek olanaksızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Vekil ve destek olarak Allah size yeter. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem, zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın.”
Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine; “Kahramanlar, nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Şehitlikten daha üstün bir izzet ve şeref var mı? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız” diyerek düşmana doğru atıldı. Kendisine barbar ordusunun sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında zaferden emin bir gururla oturan Vizigot kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, barbar kral Rodrik’in başını gövdesinden ayırdı. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Tarık, düşmanını kovalayarak Vizigotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekizyüz yıl sürecek olan İslam uygarlığı dönemi başladı, dolayısıyla herkes barış ve adalet içinde yaşadı.
İşte 7 bin kişilik cesur ve imanlı bir ordunun 90 bin kişilik barbarları nasıl püskürtebildiğini fiziki değil ancak ruhi bir sorgulamayla anlayabilirsiniz…
Yine, I. Dünya Savaşı’nın son dönemlerinden Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar geçen 1917-1922 döneminin hazin şartlarında Osmanlı-Türk askerinin hangi imkân veya imkânsızlıklarla düşman karşısına çıkıp zaferler kazandığını da irdelemenizde yarar görüyorum. “Yamacımızdan bir ordu gelecek, çok hain ve acımasız olan bu ordunun askerleri gözü dönmüş canilerdir. Arkamız ırmak, önümüz düşman gidecek yer yok.”
Bugün iktidar kavgasıyla İstiklal savaşlarında yekvücut mücadele ederek can vermiş atalarına ihanet eden Genelkurmay ve parti liderlerini Mehmet Çavuş adlı yiğit delikanlının din ve vatan aşkı adına şu sözlerini ibret alıp, eğer zerre kadar bir muhakemeleri, ar damarları ve vicdanları kalmış ise yıkıcı hırslarından vazgeçmelerini öğütlüyorum.
Seddülbahir ve Conkbayır’ın büyük kahramanlarından biride Bombacı Mehmet Çavuş ‘tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş ‘un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş ‘un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni müteessir eden ve yüne kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz muhterem kumandanım…”
Azmışlara ne anlatsan da boştur…
4 Ağustos 2010 Çarşamba
Önümüz düşman, arkamız münafık…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder