Kendini yoktan varedip sahip olduklarını lütfederek kuvvet ve kıymete kavuşturmak suretiyle yaşamını yönlendiren, rahmeti ve musibetleri yaratarak can verip can alan Allah’a değil de kendi gibi yaratığa gösterilen ilgi, alaka, güven ve tazimi özellikle inananların duyabilmesi; inandıkları halde iman edemediklerine açık bir delildir.
Sinir kütlesinden ibaret beyinleri olup da muhakeme edebilecek akılların olmaması, insanı “yığın” yapan sebeptir. Akıl ve iradenin özgürlüğüne kanıt gösterilmeye çalışılan sözde bilimsel kuramlar; beyin ile fizik, mantık ile duygu, ruh ile beden gibi somut ve soyut varlıkları ya birbirleriyle çatıştırıp üstün kılarak ya da yok farz ederek paradoks oluşturmaktadırlar. Ancak sinir kütlesi olan maddesel beynin tıpkı beden gibi öldüğünde çürümesi misali yaşarken de insanı hiçliğe ve akılsız bir kümbete dönüştürmesi, aklı yöneten özgür veya cüz’i bir iradenin ve mutlak bir hürriyetinin olmayışını ortaya koymaktadır.
Hilkatteki eşinden fayda veya zarar beklentisi içinde yanlışı kayıran, savunan ve çıkarları uğruna adaletle şahitlik etmeyen insanların ateist, teist veya deist olmalarının hiçbir önemi yoktur. Sonuçta Yaratıcı’larına teslim olmak yerine yaratıklara sadakat göstermeleri, dinsel veya bilimsel inançlarına hiçbir değer katmadığı gibi ikilemden de kurtulamamaktadırlar.Ruhsuz bir madde ve fiziğin gücüyle üstün ve egemen olabileceğini pozitivist savlarla ispatlamaya çalışan çevreler, özgür olamama ve hür düşünememe kaygısıyla ısrarla Yaratıcı’dan ve mutlak iradesinden kaçınmakta, dolayısıyla bir yaratık olduklarını kabullenmeme adına benliklerini tanrısal yüceliğe ulaştırabilmek için saçma ne var ise, bilimselleştirmeye veya siyasallaştırmaya kalkışmak suretiyle bilimin ve siyasetin saygınlıklarını da baltalamaktadırlar. Doğrudan vahyi değil de hurafeleri yol edinen çakma müminler de aynı girdabın içinde bocalamaktadırlar.
İnsan benliğindeki yücelik hırsı, ebedi iktidar, sonsuz heves, talep ve arzunun süresi; ancak başa gelecek musibetin tadılmasına kadar sürdüğü halde yine de gerçeğin reddedilmesi; özgür iradenin ve muhakeme edebilen bir aklın verebileceği tepkiler değildir. O an, birde bakarsınız ki böbürlenerek gökyüzünde dolaşan benlik yerde sürünmeye başlamış, namütenahi dileklerden vazgeçilerek, başa gelen belâdan kurtulabilme arayışına girilip can derdine düşülmüştür. Böylece her şeyin hile, aldatma ve görüntüden ibaret bir yalan olduğu gerçeği fark edilebilse de, olumsuzluklardan kurtulduğunda benlik yeni baştan coşar, tanrısal hırs ve ihtiras anaforuna kapılır. Ne zamana kadar? Yeni bir fecaat ve sıkıntıya kadar! İşte benlik egemenli beyinsi irade ile Allah teslimiyetli mutlak irade arasındaki fark…
Evrimci bilimcilere göre; insan, “beyni” sayesinde düşünür ve akıl sahibi olur. Beyni olmadan düşünemiyor ise; beyinli akılsızlar hangi kategoride değerlendirilmelidir?
Eski Yunanlılar, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak, yani iradeyle elde edilen bilgiydi. Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili somut bilgiler, onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Tıpkı günümüz insanların “din ve bilim” ya da “kader ve özgür irade” ikilemleri gibi!
İnsanoğlunun mutlak güç olarak biyolojik beyni, ruhsuz fiziği ve kadersiz yaşamı savunması, özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Tanrı, ruh, kader, vahiy, melek, cin, peygamber ve şeytan gibi mutlak soyut varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme talebinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları yine de gerçekleri ve mutlak hükümranı gizlemeye yeterli olmamaktadır. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sanal alemin yaşamla örtüşmeyen ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve hipotezleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece teoride yaratıcı olabilme vasfına ulaşarak, kurtarıcı “sanal tanrı” kimliğine bürünebilmektedirler. Ancak bizzat tecrübe edinen hayat, iddiaların çöpten ibaret olduğunu kanıtlayan delillerle doludur.
Ne sefilliktir ki, Yaratıcı’ya kulluğu ilkellik, gericilik ve karanlık addedenler, lider belledikleri canlılara, hatta ölülere kulluğu akılcılıkla, aydınlıkla ve uygarlıkla özdeşleştirebilmektedirler. Çeşitli toplumlardaki putperestsi örnekler, yaratıkların en yücesi olan insanı en aşağıya çekebilmektedir.
Gerek geçmişte gerekse günümüzdeki insanlar; ya semavi ya da semavi olmayan sekülerist düşüncelerin egemen olduğu inançlarından dolayı sürekli çatışmaktadırlar. Her ikisini birden yaşayan Türkiye gibi karmaşık toplumlar, başkalaşımlarının sonucu özlerini yitirmiş melezlerdir. Bir taraftan Allah’a iman ettiklerini iddia ettikleri halde diğer taraftan insanı tanrılaştıran laik düşüncelerden dolayı liderlerinin gücüne, ululuğuna ve kurtarıcılığına da inanırlar. Hem din-dışı laikliği hem de vahyi bir arada yaşayabilen Türkiye, dünyada eşi olmayan korkunç bir riyakârlıkla özdeşleşmiş olabilmenin derinsi bir çelişkisini ve lanetini yaşamaktadır. Bundan dolayı ruhsal bir Tanrı’dan yeterince tatmin olmamakta, dolayısıyla karşılarında görebilecekleri, duyabilecekleri ve dokunabilecekleri fiziki bir veliaht tanrıya rağbet etmektedirler.
Vahyi reddeden CHP Diktatörlüğünün sözde cumhuriyeti kurmasıyla birlikte evrimci veya Atatürkçü laikler ile vahye iman etmiş anti laiklerin bitmez tükenmez iktidar savaşı öylesi bir canavarlığı, gözü dönmüşlüğü ve vicdansızlığı doğurmuş ki; sırf Müslümanların zarar görebilmesi için emrindeki Müslüman askerleri katleden generalleri; pkk gibi eşkıyalarla işbirliğine, halkını tepelemeye ve acımadan öldürmeye yöneltebilmiştir.
Gerçektende bozularak yoldan çıkmış insan görüntüsündeki yaratıklar çok hain ve çok zalimdir…
Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa, acımasızlık ve tutarsızlık içinde sürmektedir ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu dinsel veya bilimsel platformlarda aralıksız tartışılmakta, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla düzmece anlayışlar, dinler, mezhepler ve gizli tanrılar, karşılıklı bir uzlaşı içinde meşrulaştırılabilmektedir. Oysa herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya tek ve olaylar da aşağı yukarı birbirini tamamlayan çeşitlerdir. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar; bu tür anlamsız, tutarsız ve sonuç getirmez tabansız tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları “o kitap”ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde gereğini yaparlar.
Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken; tartışmanın ya da rejim koruyucu uzlaşının hiçbir yarar getirmeyeceği aşikârdır.
Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta, zihinsel ve bedensel özgür düşünce ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kulluk, yönetim ya da yönlendirme de sorumlu olan egemen gücün ya daima Yaratıcı Allah ya da daima yaratık insan olmasının zaruriyeti dikkate alınmamakta, Young deneyindeki yarım bardak suya sokulan bir cismin kırık görüntüsündeki yanılgı misali tartışmaları sona erdirecek gerçek sorgulanmamaktadır.
Hâlbuki düşünce ve eylemi denetleme zorunluluğu olan beyin, her türlü dış müdahaleye karşı kalkan misali kendini koruması gerekirken, arzu etmediği bir şeyi yapabilmekte, acı, kayıp ve dehşeti önleyememekte, duygulara mağlup olabilmekte, planlarıyla başını belaya sokabilmekte, kendi içinde çatışabilmekte, programlarını hezimete uğratabilmekte, hiç beklemediği olaylar karşısında sarsılarak yenilgiye uğrayabilmekte, dolayısıyla korku ve endişe içinde geleceğinden şüphe duyabilmektedir. Bilimsel değerler ve kurallar işletildiği halde aksaklıklar baş gösteriyor, güç ve irade etkisiz kalabiliyorsa; bilimsel aklın ve mantığın kabul etmek istemediği fevkalâde önemli temel bir sorun ve tehdidin varlığı gözlenmektedir. Neden çözemiyor ve diledikleri akli bir toplum yaratamıyorlar?
Acaba kafatasçı çağdaş beyinciler; insanları hangi gerekçelerle peşlerinden sürüklüyorlar?
Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüntü ve aldatmaların ilk merkezidir. İnsanın temel oluşumu ruh ve asla kurtulamadığı hastalık, ölüm, musibetler, kader ve yaşam sürecinde ilerleme kaydedemeyen “tanrı krallar”, debdebeye önem vererek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, öncelikle mimari alanda yenilikler yaptılar. Bu şekilde büyük binalar yapılmaya başlandı ve şehirciliğe önem verilerek, benlikler okşandı. Ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla süslemeye aşırı önem verildi. Gösteriş, lüks ve konfor merakıyla evler değiştirildi. Mozaikler, mermer sütunlar, süslü mobilyalar ve biblo gibi eşyalar kullanılmaya başlandı. Ancak her şey, tıpkı bakımlı ve şehvetsel vücutların leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir oldu, dolaysıyla tanrısal gösterişler de kısa sürdü.
Krallar, tanrısal güçte olduklarını kanıtlayabilmek adına ihtişama, azamete ve gösterişe olağanüstü önem verip insanları etkilemeye çalıştılar. Bu gösterişin adı ve gücü, o gün nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, görüntüsü ve çeşididir. İşte çağdaş olarak övünülen ve iradenin gücünü simgeleyen olgular, şüphesiz etkisel amaçlı ve gerçekte hiçbir kalıcılığı olmayan illüzyonsal kozmetik ürünlerdir.
Eğer sinir kütlesinden müteşekkil beyne, şeytanın cirit attığı zihne, nefsi duygulara ve dilediğini yapamayan iradeye güvenilirse; yapılabilecek bir şeyin de olamayacağı alenidir. Geçmiştekiler ne yapabilmiş ki gelecektekiler yapabilsin!
Öyle bir toplum düşünün ki hem diktatörlük hem de cumhuriyet ile yönetiliyor. Kendini devletin ve milletin efendisi, ayrıca cumhuriyetin yaratıcı tanrısı Atatürk’ün veliahdı ilan eden Genelkurmay ile halkın seçimle başa getirdiği hükümetçe yönetilen Türkiye; adalet, refah, huzur ve barış içinde olabilir mi?
Vicdanlarında Yaratıcı korku ve sevgisi olmayan “laik” kesim öylesine tahammülsüz, merhametsiz, hoşgörüsüz ve uzlaşısız ki, kendinden başka hiçbir hükümete, bürokrata ve yasalarca destekleyen millete yaşam hakkı tanımak istemiyor; ülkeyi bölüp parçalayacak ve kardeşin birbirlerini katledebileceği komplo, kumpas, entrika ve fitnelere acımasızca başvurarak, despotik iktidarını faşist yollarla korumaya çalışıyor. Bu nasıl bir beyin ve aklın ürünüdür?
Silah ve ordunun verdiği güçle bağlı olduğu hükümete, meclise, yargıya ve millete meydan okuyan Genelkurmay; nasıl bir ruh halindedir ki halkını acımadan tepelemeyi, kurduğu provokasyon amaçlı illegal yollarla ve örgütlenmelerle halkı hükümete ve birbirine karşı saldırtarak terör, anarşi ve savaş çığırtkanlığı yapabiliyor? Neden içlerinden biri de çıkıp hesap sormuyor? Bu mudur Atatürkçülük barış ve aydınlanma?
Müslüman halkına karşı muhtıralar vererek, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini ve medyayı kışkırtarak, silahlı örgütler kurdurarak, militanlara destek çıkarak, teröristlerle işbirliği yaparak, destekleyerek, yargılanmalarını önleyerek, milletinin dinini irtica gerekçesiyle aşağılayarak, ibadetlerini engelleyerek ve asiliğe zorlayarak varlığını sürdürmeye çalışan bir kurum; nasıl bir beyinle muhakeme ediliyor?
Bazıları halk nezdinde öyle dokunulmaz ve değerlidirler ki, bitki gibi çiçek açmaları, nebatat vermeleri sizi asla yanıltmasın. Çünkü salgıladıkları zehir, tüm toplumu helak edebilecek sinsi bir tehlike arz etmektedir.
“Kabul edilen bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne
12 Ağustos 2010 Perşembe
Neden Yaratacı’na değil de hain kuluna… -
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder