Şiilik
ve Alevilikte iman şartı olan ehl-i beyt yani peygamberimizin ev halkına itikat,
Sünnileri de öyle etkilemiş ki, İslam olabilmenin tartışılmaz akidesel tazimi
sayılabilmiştir.
Oysa Kur’an’ı Kerim’de ehl-i beyt konusu
sadece Ahzab 33. Ayette zikredilip; Allah, peygamberimiz ailesine doğrudan
uyarı içererek temennide bulunmaktan öte hiçbir ayrıcalık veya kutsiyet atfetmemiştir.
“Evlerinizde oturun, eski cahiliye
adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve
Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor.” Ahzab 33
Peygamber
Efendimizin kızı Hz. Fatıma ve torunları Hasan, Hüseyin, Zeynep, Rukiye ve Ümmü
Gülsüm’den ibaret ve soyundan gelenlerden müteşekkil kabul edilen ehl-i beyt,
günümüzde dahi Seyyid adı altında Resul derecesinde itibar görmektedirler. Bir
de Peygamber Efendimizin erkek çocuğu olsa idi, neler olabileceğini varın siz
düşünün!
Oysa Peygamberimizin büyük kızı Hz.
Zeynep’ten olma Ali ve Ümame; ikinci kızı Hz. Rukiye’den olma Abdullah hiç mi
hiç anılmamakta ve ehl-i beyt’ten sayılmamaktadırlar. Öyle ki, Hz. Fatıma’nın
kızı Ümmü Gülsüm’ün Hz. Ömer (r.a) ile evlenmiş olmasından çocukları Rukiyye ve
Zeyd’i kabul etmedikleri gibi, Ümmi Gülsüm’ü de Hz. Ömer ile yaptığı
evliliğinden ötürü dışlamışlardır. Bilindiği üzere Şiiler, Hz. Ömer (r.a)’nı
ihanetle suçlayıp amansız düşmanıdırlar. Hz. Osman (r.a) peygamberimizin damadı
olmasına rağmen Hz. Ali taraftarları kendisini öldürmekte tereddüt etmemiş, akabinde
doğan Şiilikte de, kin ve nefret aynı şeditlikte sürdürülmektedir.
Ancak Peygamberler, Allah’ın Resulleri
olmaları hasebiyle sebatkâr kılınarak üstün tutulmuşlardır; ev halkları değil!
Nice peygamberlerin baba, eş, çocuk, hısım ve akrabalarının nasıl asi kâfir
oldukları Kur’an’da mevcuttur. Peygamberin ev halkından olunması ve yakınından
birini sevmesi demek; onun hidayete ulaşmış ya da Allah’ın rızasını kazanmış olması
demek değildir!
“(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah
dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” Kasas 56
Batılı ortadan kaldırıp yeryüzünde İslam’ı
egemen kılabilmek için en alt seviyede dahi “er” olmayı özümsemiş bir kalp, iman
ehli sıfatını kazanmıştır. Dolayısıyla her türlü nefsi ihtiras ve iktidar olma
heva ve hevesinden arınmış olan İslam’la şereflenilir. Çünkü Müslüman dünyadaki
bir iktidarlığı değil ahiretteki iktidarlığa hedeflenmiş bir imanla mücadele
eder; zaten mutlak iktidar Allah olduğuna göre, Müslüman’ın iktidar olmadaki
maksadı kulluk ve vahyedilen hükümler doğrultusunda hizmet etmektir.
Hz. Ali’nin suikasta uğrayıp şehid düşmesi
akabinde oğlu Hz. Hasan, her ne kadar halifelik hakkı gütmüş ise de çeşitli çekişmeler
ve hatta çatışmalar sonrası vazgeçerek Hz. Muaviye’ye biat etmişti.
Hz. Muaviye’nin Hz. Ali’den sonra
halifeliğe geçmesi ve Emevi İslam Devleti’ni kurmasıyla fetihler başladı; Emevi İslam egemenliğini doğuda
Hindistan sınırına, batıda Kuzey Afrika'ya, oradan da Güney İspanya'ya kadar
yayılarak Batı’da Endülüs Emevi Devletini kurdurdu. Ayrıca 649'da Kıbrıs’ı ve 654’te
Rodos’u aldı. 655 yılında Likya açıklarında Bizans donanmasını ağır bir yenilgiye
uğrattı. Aynı süre içinde Anadolu’ya defalarca sefere çıkıldı.
Bizanslılara karşı düzenlediği akınlarla küffarı yerle bir
ederek deniz seferlerinde dahi öyle üstünlükler kazandı ki, Bizanslılara diz
çöktürdü. Fethe ve zafere susamış İslam
ordularına her yer dar geliyor, kendisinden sonra halifeliğe geçen oğlu Hz.
Yezid’in başkomutanlığında 669-678 yılları arasında Bizans'ın başkenti
Konstantinopolis'i (İstanbul) ele geçirmek için seferler düzenlenmiş ama İstanbul’un
fethi Hz. Fatih Sultan Mehmed’e nasip olacağından başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Ki, İstanbul’a düzenlenen sefere Hz. Eyüp el Ensari’de katılmış ve şehid
düşmüştü.
Hüseyin, hiçbir cihada katılmayıp Hz. Muaviye’nin ölümünden
sonra geçmeyi düşündüğü halifelik ile ilgili planlar yapıyordu. Ancak Yezid’in
halifeliği devralmasıyla tamamen nefsi bir iktidarlık mücadelesine kalkışan
Hüseyin, Yezid’in halifeliğini tanımadığını bildirerek kendi halifeliğini ilan
etmesiyle çıkan fitne sonuncu birlik bozulmuş, cihadlar durmuş, küffara karşı
cihad yerine Müslümanlar birbirlerine düşman kesilmişti.
Peygamber Efendimizin torunu olmasını istismar ederek nefsine
mağlup olan Hüseyin, Yezid’in halifeliğine karşı çıkma sebebi, hilafetin verasete
dönüşme endişesiydi. Oysa amaç İslam’a hizmet ise, verasetin ne önemi olabilir?
Ki, Osmanlı İslam Devleti de verasetle halifeliği sürdürmemiş miydi?
Yezid, cenk meydanlarında cihad yaparak Bizanslılarla
savaşırken, Hüseyin’in küfre karşı hiçbir savaşa katılmayıp halifelik hesapları
yapması, aralarındaki tevhid şuurunu da kanıtlamaktaydı. Zaten halife Hz. Osman’ı
katletmeleri akabinde ayrılan saflar Hz. Ali’nin halifeliğinde de sürmüş ve Hüseyin’in
Kerbela’da ölmesiyle Şii ve Aleviler, kendilerine hasım olarak sadece
Müslümanları belleyip batılı zararsız addetmişlerdir. Çünkü kendi inançları da
batıldı!
Şiilerde iktidar inanç meselesidir ve meşru siyasi lider aynı
zamanda ruhani liderliği de elinde bulunduran Hz. Ali ve soyundan gelen imamlar
itaate haiz liderlerdir. Bu sebeple Sünniler Müslüman değil, amansız ve ezeli sapkın
düşman olduklarından hilafetliklerini asla kabul etmezler. Onlara göre Hz. Ali
ve soyundan gelenler o kadar ulvidir ki, Allah ve Resulü dahi sonra gelir Tıpkı
Hıristiyanların Hz. İsa’yı rab edinmeleri misali Hz. Ali’yi gizli rab edinerek
Allah’a şirk koşmuşlardır.
Bir halife varken ikinci bir halifenin ortaya çıkarak fitne
doğurması katli vacib sebebidir. Dolayısıyla Hüseyin’in halifelik ilanı apaçık
bir isyan ve günümüz terminolojisiyle terördür.
Kulluk sözde değil
ameldedir! Şahıslara odaklı bir İslam anlayışı küfürdür; amaç Allah’a kayıtsız-şartsız
kulluk ve hizmettir. Velev ki, lider yahut komutan ehl-i beyt değil de Allah’ın
vekil kıldığı ümmi bir çoban olsa dahi itaatin Allah’adır!
“De
ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?” Zümer 64
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder