Hem fiziki hem de ruhi olarak insanı yenilgiye sürükleyen tokluk; sayısız zaferlerle dünyaya hükmeden hükümdarların ve peygamberlerin ısrarla üzerinde durduğu bir felaket olmuş; asker, halk veya ümmetlerine tokluktan kaçınmaları konusunda telkin ve emirlerde bulunmuşlardır.
Azgın nefsin dizginlenmesi, cesaretin oluşması ve erdemliğin yücelmesi, ancak acı ve açlıkla mümkündür.
Benliğinin, yani maddenin üstünlüğünü savunan şeytan, nasıl cennetten kovulup ebedi cehenneme gark olmak suretiyle lanetlendiyse, şeytanın adımlarını takip eden materyalist insanlar da öyle lanetlenerek; inanç, onur ve şereflerini doğramış, dolayısıyla maneviyattan arınarak maddeyi güç, şöhret ve iktidar sanmak suretiyle insanlıklarını yitirmişlerdir. Oysa insanlar maddeyle değil, ancak iman ve adaletle doyarlar.
Liyakat sahibi olmayan gerek asker, gerek siyasetçi, gerek bilim adamı, gerekse ilim adamlarına biçilen payeler, duyulan ilgi ve haksız övgüler; zaferleri, egemenlikleri, keşifleri, gelişmeleri, ilerlemeleri, adaleti ve imanı tüketmiş, ezberden öte hiçbir bilgi, duygu ve aktif eylemleri olmayan birikimleri her ne kadar aşikâr ise de, toplumlar tarafından dikkatle gözlemlenemediğinden güven duyularak, tavus kuşu misali rütbe, makam ve sözde kariyerleriyle övünüp, insanları aldatabilmişlerdir.
Sözleriyle davranışları birbirine zıt önderler; inandıkları gibi iman edemediklerinden, planladıkları gibi yönetemediklerinden, stratejidikleri gibi savaşamadıklarından ya da bilgileriyle buluş gerçekleştiremediklerinden; ifadeleri, unvan ve kariyerleri ancak çöpten ibarettir. Sadece kendi mutluluk ve refahlarını düşünenler, hilâfsız utanmazın ta kendileridirler.
Hiçbir savaş kazanamamış, hatta yapmamış bir asker nasıl “general” olmayı, hak ve adaletle davranamayan bir politikacı nasıl siyasetçi olmayı, nasihat ettiği gibi örnek olamayan bir ilim adamı nasıl hoca veya imam olmayı, herhangi bir keşif başaramamış bir akademisyen nasıl profesör olmayı hak etmiyor ise, günümüz yığınları da “insan” olmayı hak etmiyorlar ki, insanca muamele görmüyor ve fikirleri doğrultusunda hareket eden yandaş yalancılara taparcasına sahip çıkıp, hem dünyalarını hem de ahiretlerini perişan edebiliyorlar. Gölgelerin peşine değil, ışığın peşine düşün ki, ebedi saadeti ve kurtuluşu yakalayabilin…
Geçmiştekileri bir inceleyin de, günümüzdekilere öyle değer verin…
İşte tokluk; böylesi erdemsiz bir dünyayı var etmiş; ne askeri, ne devlet adamı, ne akademisyeni, ne de ilahiyatçısı layık olmadıkları örümceksi kudretlere ulaştırılarak, değerler yok edilmiştir. Halbuki kuvvet kimdeyse hakim o olduğuna göre; Yaratıcınız Allah’tan başka bir güç, güven, vekil ve destek aramak niye?
— İdare ettiği halkının en alt seviyesindeki bireyinin yaşam standardını sürmeyen bir devlet adamına siyasetçi denemez, onun hak ve adaletine güvenilemez.
— Savaşan ordusunun başında bulunmayan bir generale ordu emanet edilemez ve onun yönettiği bir ordudan asla zafer beklenemez.
— Keşif gerçekleştirememiş bir ezberciye bilim adamı denemez ve onun yetiştirdiği öğrencilerden gelecek beklenemez.
— Cemaatine anlattığı vaazı kendi hayatında uygulayamayan ve örnek olamayan papağansı ilim adamına hoca veya imam gerekçesiyle saygı duyulamaz, itimat edilemez, dolayısıyla cemaatinden hiçbir hayır umulamaz.
Tilki kümesi iyi tanıyor diye nasıl bekçi yapılmaz ise, onları da bir bilen, komutan, önder veya lider yapmamalısınız.
Kendi aç, itibarsız ve güçsüz insanların başlarına getirdikleri sefillere saltanatı reva görerek toklaştırmaları, şüphesiz ihaneti, ezilmeyi, horlanmayı ve sömürülmeyi haklı kılmaktadır. Onlara hizmet etmeyi, sevgi ve saygı göstermeyi, emirlerine itaati, hatta dokunma veya yanlarında bulunmayı dahi şeref addeden yığınların herhangi bir şikâyet ve dertlenme hakları bulunmamalıdır. Uçurumun kenarına varmayanlardan kanatlanabileceklerini umarak peşlerine takılmak, uçmaya değil parçalanmaya neden olur.
Bildiklerini zannedenlerin gerçeğe düşman olmaları, toplumsal bencilliği, erdemsizliği ve cehaleti körüklemiştir.
Gücü, izzeti ve şerefi kendi gibi yaratıklarda aramalarından yaratıcıları Allah’ı unutmakta, dolayısıyla hak ettikleri bedhahlıkta yönetilmekten kurtulamamakta ve Hakk sandıkları nefsanî yolda insanlıklarını ve imanlarını kaybederek, cehennemin yakıtı olabilmektedirler.
Adaletin tek örneği İslamsal idareyi öcüleştirerek insanı egemen kılan kapitalist, sosyalist, liberal veya demokratik düzen ve pornografik yaşam; nefisleri azdırtmasından benlikleri etkilemekte, böylece güçlünün güçsüzü yeneceği ve özgürlüğün adresinin cinsellik olabileceği düşünülerek, her açıdan hayvanlar gibi tıka basa doyup, tatmin olunabilmektedir.
Ya sonra… Yegane güçlü ve hakim Yaratıcı Allah olduğuna göre; yaratıklara bahşedilen emanetsel geçici güçlerin ne değeri olabilir? Geçmişte oldu mu ki günümüzde yahut gelecekte olabilsin…
Toplumların; hak ve adaletin üstün olabilecekleri, zafer kazanabilecekleri, keşif yapabilecekleri, cesur ve kararlı davranabilecekleri, günahkâr bir yaşamı değil cennetsi bir ölümü tercih edebilecekleri, artıklarla beslenen onursuz bir müstemlekeliği değil aslan gibi hükmedecekleri bir iktidarı, hurafelerle şöhret ve gücü yakalamaya çalışan korkak, çıkarcı ve fırsatçı münafıkları değil Allah adına ölüme meydan okuyan ve batıl düzenlere karşı Hakk’ı savunan ilim adamlarını önder edinerek, peşine takıldıkları tok köpekleri terk etmedikleri müddetçe, diledikleri geçici ve ebedi insani bir hayata kavuşabilmeleri söz konusu değildir.
Siz tok olmadan, onları toklaştırmayın, sürekli aç ve acı içinde bırakın ki önder olmanın ehemmiyeti ve sorumluluğunu tadabilsinler…
Ancak böylece sömürülen yığın veya köle olmaktan sıyrılır ve onların sahip oldukları her şeye sizlerinde hakkı olduğunu anlasınlar…
“Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir.” Montesquieu
Devlet Başkanı Hz.Muhammed (S.A.), Hz. Ömer ve diğer halifelerin halkını ‘efendi’ gören anlayış ve idarecilikleri; saltanat içinde yaşam süren ‘tok köpekler’ örnek alınmadıkça, haksızlık ve adaletsizliklerin sonu asla gelmez.
28 Temmuz 2009 Salı
Tok köpekten fena av beklenir…
Etiketler:
bilim adamı,
devlet başkanı,
general,
hoca,
imam,
tok köpek
25 Temmuz 2009 Cumartesi
Kemalist feodalizm yıkılabilecek mi?
Kemalist çete ve terör örgütlerinin suçlanma ve yargılanmasına karşı yekvücut direnen o kurumlar; katil ve bozguncuları aklayabilmek adına adaleti öylesine kıymaktadırlar ki, bugüne kadar Müslüman Türkiye milletinin hukukla idare edilen bir devletleri olmadığını gözler önüne sermektedirler.
Genelkurmay, yargı, üniversite ve medyada kökleşen Kemalistler, kendilerini temsil eden CHP çobanlığında terörist yandaşlarını kurtarabilmek için açıkça arka çıkabilmekte, yargıyı ve hukuku çerçöp haline dönüştürüp kilitleyebilecek her türlü zorlukları ve gayrikanunî adımları atabilmektedirler.
CHP’nin feryatları, Genelkurmay’ın GATA’sı ile başlayan süreç, HSKY’nın dürüst, cesur ve kararlı savcı ve hâkimleri tarihi görevlerinden uzaklaştırabilmek çabalarıyla çirkinleşmiş, eğer başaramazlar ise, silahlı isyan olan darbeyi de deneyecek planlarını son çareleri olarak askıda beklettikleri tahmin edilmektedir.
Politikacısı, generali, profesörü ve gazetecisiyle örgütlenen acımasız ve vicdansız Ergenekon terör grubu, bilinmelidir ki dağdaki cühela PKK terör örgütünden çok daha tehlikeli, yıkıcı ve etkilidirler. Çünkü diledikleri gibi devletin imkânlarından yararlanmaktadırlar. Sokaktaki cahil insanları terörist sanan akıllar, böylece makam, kariyer, rütbe sahibi ve devletin en üst düzeyinde görev yapanlarında terörist olabilecekleri gerçeğine şahit olmuş, ancak kimlikleri ve eğitimlerinin cazibesi ve güçlerinden PKK’ya duydukları tepkiyi onlara gösterememişlerdir.
Bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin bu terör örgütünün hegemonyası altında milletimizi idare ettikleri ortaya çıkmış, AKP ve lideri başbakan Erdoğan’ın cesur ve kararlı duruşu, dokunulmaz sanılan diktatoryayı deşifre ve perişan etmeye yetmiştir.
Artık hak ve adalet adına milletimizin durağan sessizliğini bozması, Ergenekon terör örgütüne karşı hep birlikte ayağa kalkarak hükümetin arkasında durma tarihi görevliliklerini üstlenmeleri, kaçamayacakları hayati vazifeleridir.
Başbakan Erdoğan; PKK terör örgütüne yardım ve destek çıktıkları gerekçesiyle nasıl DTP ile görüşmüyor ise, Ergenekon terör örgütünün destekçisi ve avukatı CHP ve Deniz Baykal ile de bir araya gelmemeli ve hiçbir konuda müzakere yapmamalıdır. DTP ne kadar terörist ise, CHP, çok daha vicdansız ve barbar bir bölücüdür.
Atatürk adına yapılan bozgunculuklar, fitneler, bölünmeler, cinayetler, ruhi ve fiziki saldırılar, hakaretler, yasaklar ve kısıtlamaların yegâne sebebi, vahiy düşmanı putperest Kemalistler, ateist ya da deist laikler ve pornografik çağdaşlardır. Oysa Mustafa Kemal Atatürk ölümlü bir insandır, her fani gibi dünyadaki kadersel görevini tamamladıktan sonra eceli gelerek ölmüştür. Dolayısıyla ısrar ve inatla ölüyü yaşatmaya çalışarak ardına sığınıp onu tanrısallaştıran toplumlar, bilinmelidir ki başarısız, korkak, zafer tadamayan, keşfedemeyen, rakiplerine üstün gelemeyen, mücadeleden kaçınan, gelişemeyen ve artıklarla geçinen yabani, ilkel ve eçhel toplumlardır.
Bir toplum; canlı veya ölüye haddi aşarcasına layık olduğundan fazla bir sevgi ve değere tabi tutar ve onun adıyla yükselebileceğine, tutunabileceğine, kollanabileceğine, korunup gözetebileceğine inanır ise, o toplum yaratıcının lanetine uğrar. Ayrıca o toplumun düşünen, sorgulayan ve muhakeme edebilen akla sahip olmayan yığınlar oldukları da kurdukları merhametsiz, adaletsiz ve benlik düzenlerden anlaşılır.
Ancak Atatürk’ü anmak ve sevmekle var olunabileceği abartısıyla Müslüman halkımızı vahiyden uzaklaştıran Kemalistler, şeriatın savunucusu sanılan namı değer Cübbeli Ahmet Hoca’yı da saflarına çekmiş, laik ve Atatürkçü bir hoca kazanmanın zaferini kutlayabilmişlerdir.
Okuyucularımın Cübbelinin, teke tek programındaki düşünce ve görüşleriyle ilgili yorum yapmamı isteme baskıları, konumuzla bağlantılı olmasından dolayı değinmemde bir mahsur olmayacağını düşündüm. Amacı şöhret, güç ve para olan bir mürted ile ilgili özel bir başlık açmayı uygun görmediğimin bilinmesini isterim.
Kol düğmelerinde çıplak kadın figürleri ile dolaşmaktan ayrıcalık ve gurur duyan azılı İslam düşmanı Fatih Altaylı adlı sapık bir gazetecinin konuğu olan Cübbeli, nasıl iğrenç bir pazarlıkla o programa çıktığını, hem Altaylı’nın açılış konuşmasında hem de ahbap-çavuş ilişkilerinden anlaşılmış, soruların müşterek hazırlandığı aptallarca dahi fark edilmiştir. Yakın bir gelecekte, özellikle Ramazan ayında, eğer Cübbeli habertürk’te program yapar ise, sakın ha şaşırmayın…
Kemalist medya; Zekeriya Beyaz ve Yaşar Nuri Öztürk’ten sonra, yeni şöhreti Cübbeliyi de saflarına katmanın şerefine kadehlerini kaldırıyorlar…
İnanç, düşünce, görüş ve yaşam düsturları birbirine düşman iki tarafın kahkahalar içindeki diyalogları her ne kadar hayret uyandırsa da, Cübbelinin siyaseti İslam’dan ayırarak büyük siyasetçi ve devlet adamı yüce peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V)’e ihanet etmesi ve vahye, şeriatın hükümlerine karşı gelmesi; Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklı üstün tutan rasyonalizmin, yani ateizmin siyasi terminolojisi olan laikliği savunarak, batı türü bir laikliği talep etmesi; hilafeti ve şeriatı yıkarak batılı devrimlerle Müslüman Türkiye milletini batılılaştıran Atatürk’ün devrimlerini destekleyerek özgürlüğü getirdiğini ifade etmesi; artık onun için başka bir söze mahal bırakmamaktadır.
Allah’ın ayetlerini dünya malı ve şöhreti gibi az bir bedel karşılığı satabilen Cübbeli Ahmet Hoca’yı, yeni taraftarları o Kemalist ve laik güruhların iltifat ve alkışları kurtaramayacaktır. Kalbinde fitne ve tereddüt taşımasından dolayı inandığı gibi iman edememekte, dolayısıyla dik duramayarak rivayet referanslı hurafelerle dolu bilgileri ve komiklikleriyle insanları güldürmekte, böylece alçalarak yok olup gidebileceğini hesap edememektedir.
Oysa Vatikan’ın ve Papa’nın laikliğe karşı savaş açtığını bilmekten aciz Cübbeli, AB’de laikliğin yerlerde süründüğünü, laikliğin kalesi olan Fransa’da yıllardır sürmekte olan Hıristiyanlaşma sürecinin hızlandığını, İtalya’da en temel hakların din adına sorgulanmaya başlandığını; magazini ve parayı önemsemesinden takip etme gereği duymamıştır. Unutmamalıdır ki hükümetler dahi papazlar tarafından kutsanarak göreve başlıyor. Keşke laikliğin ve batılı laik diye kastettiği anlayışın ne olduğu dersini çalışsaydı da, mürted durumuna düşmeseydi. Ona cübbeli ve sakallı papaz bile diyemiyorum, çünkü onlarda laikliğe karşı…
Yoksa İsmailağa cemaati ve Mahmut Efendinin reformsal değişimlerinin mimarı Cübbeli mi? İsmailağa laikliğe ve Atatürkçülüğe doğru mu gidiyor?
Ayrıca Cübbeli, sözde ayet ve hadislerle konuştuğunu iddia ederek, Kur’an’ı referans aldığını öne sürüyor. Acaba savunduğu görüşlerle ilgili kanıtsal bir ayet, bir hadis veya en azından bir rivayet var mı?
Fatih Altaylı’nın cevaplamasını istediğim şu soruyu, sanırım siz de merak ediyorsunuzdur. Eşinin hediye ettiğini söylediği çıplak kadın figürlü kol düğmelerine karşılık; acaba kendisi de pornografik erkek figürlü bir düğme veya Yunan mitolojisindeki "bereket tanrısı" heykelini, karısına hediye etti mi?!?
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36.
Genelkurmay, yargı, üniversite ve medyada kökleşen Kemalistler, kendilerini temsil eden CHP çobanlığında terörist yandaşlarını kurtarabilmek için açıkça arka çıkabilmekte, yargıyı ve hukuku çerçöp haline dönüştürüp kilitleyebilecek her türlü zorlukları ve gayrikanunî adımları atabilmektedirler.
CHP’nin feryatları, Genelkurmay’ın GATA’sı ile başlayan süreç, HSKY’nın dürüst, cesur ve kararlı savcı ve hâkimleri tarihi görevlerinden uzaklaştırabilmek çabalarıyla çirkinleşmiş, eğer başaramazlar ise, silahlı isyan olan darbeyi de deneyecek planlarını son çareleri olarak askıda beklettikleri tahmin edilmektedir.
Politikacısı, generali, profesörü ve gazetecisiyle örgütlenen acımasız ve vicdansız Ergenekon terör grubu, bilinmelidir ki dağdaki cühela PKK terör örgütünden çok daha tehlikeli, yıkıcı ve etkilidirler. Çünkü diledikleri gibi devletin imkânlarından yararlanmaktadırlar. Sokaktaki cahil insanları terörist sanan akıllar, böylece makam, kariyer, rütbe sahibi ve devletin en üst düzeyinde görev yapanlarında terörist olabilecekleri gerçeğine şahit olmuş, ancak kimlikleri ve eğitimlerinin cazibesi ve güçlerinden PKK’ya duydukları tepkiyi onlara gösterememişlerdir.
Bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin bu terör örgütünün hegemonyası altında milletimizi idare ettikleri ortaya çıkmış, AKP ve lideri başbakan Erdoğan’ın cesur ve kararlı duruşu, dokunulmaz sanılan diktatoryayı deşifre ve perişan etmeye yetmiştir.
Artık hak ve adalet adına milletimizin durağan sessizliğini bozması, Ergenekon terör örgütüne karşı hep birlikte ayağa kalkarak hükümetin arkasında durma tarihi görevliliklerini üstlenmeleri, kaçamayacakları hayati vazifeleridir.
Başbakan Erdoğan; PKK terör örgütüne yardım ve destek çıktıkları gerekçesiyle nasıl DTP ile görüşmüyor ise, Ergenekon terör örgütünün destekçisi ve avukatı CHP ve Deniz Baykal ile de bir araya gelmemeli ve hiçbir konuda müzakere yapmamalıdır. DTP ne kadar terörist ise, CHP, çok daha vicdansız ve barbar bir bölücüdür.
Atatürk adına yapılan bozgunculuklar, fitneler, bölünmeler, cinayetler, ruhi ve fiziki saldırılar, hakaretler, yasaklar ve kısıtlamaların yegâne sebebi, vahiy düşmanı putperest Kemalistler, ateist ya da deist laikler ve pornografik çağdaşlardır. Oysa Mustafa Kemal Atatürk ölümlü bir insandır, her fani gibi dünyadaki kadersel görevini tamamladıktan sonra eceli gelerek ölmüştür. Dolayısıyla ısrar ve inatla ölüyü yaşatmaya çalışarak ardına sığınıp onu tanrısallaştıran toplumlar, bilinmelidir ki başarısız, korkak, zafer tadamayan, keşfedemeyen, rakiplerine üstün gelemeyen, mücadeleden kaçınan, gelişemeyen ve artıklarla geçinen yabani, ilkel ve eçhel toplumlardır.
Bir toplum; canlı veya ölüye haddi aşarcasına layık olduğundan fazla bir sevgi ve değere tabi tutar ve onun adıyla yükselebileceğine, tutunabileceğine, kollanabileceğine, korunup gözetebileceğine inanır ise, o toplum yaratıcının lanetine uğrar. Ayrıca o toplumun düşünen, sorgulayan ve muhakeme edebilen akla sahip olmayan yığınlar oldukları da kurdukları merhametsiz, adaletsiz ve benlik düzenlerden anlaşılır.
Ancak Atatürk’ü anmak ve sevmekle var olunabileceği abartısıyla Müslüman halkımızı vahiyden uzaklaştıran Kemalistler, şeriatın savunucusu sanılan namı değer Cübbeli Ahmet Hoca’yı da saflarına çekmiş, laik ve Atatürkçü bir hoca kazanmanın zaferini kutlayabilmişlerdir.
Okuyucularımın Cübbelinin, teke tek programındaki düşünce ve görüşleriyle ilgili yorum yapmamı isteme baskıları, konumuzla bağlantılı olmasından dolayı değinmemde bir mahsur olmayacağını düşündüm. Amacı şöhret, güç ve para olan bir mürted ile ilgili özel bir başlık açmayı uygun görmediğimin bilinmesini isterim.
Kol düğmelerinde çıplak kadın figürleri ile dolaşmaktan ayrıcalık ve gurur duyan azılı İslam düşmanı Fatih Altaylı adlı sapık bir gazetecinin konuğu olan Cübbeli, nasıl iğrenç bir pazarlıkla o programa çıktığını, hem Altaylı’nın açılış konuşmasında hem de ahbap-çavuş ilişkilerinden anlaşılmış, soruların müşterek hazırlandığı aptallarca dahi fark edilmiştir. Yakın bir gelecekte, özellikle Ramazan ayında, eğer Cübbeli habertürk’te program yapar ise, sakın ha şaşırmayın…
Kemalist medya; Zekeriya Beyaz ve Yaşar Nuri Öztürk’ten sonra, yeni şöhreti Cübbeliyi de saflarına katmanın şerefine kadehlerini kaldırıyorlar…
İnanç, düşünce, görüş ve yaşam düsturları birbirine düşman iki tarafın kahkahalar içindeki diyalogları her ne kadar hayret uyandırsa da, Cübbelinin siyaseti İslam’dan ayırarak büyük siyasetçi ve devlet adamı yüce peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V)’e ihanet etmesi ve vahye, şeriatın hükümlerine karşı gelmesi; Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklı üstün tutan rasyonalizmin, yani ateizmin siyasi terminolojisi olan laikliği savunarak, batı türü bir laikliği talep etmesi; hilafeti ve şeriatı yıkarak batılı devrimlerle Müslüman Türkiye milletini batılılaştıran Atatürk’ün devrimlerini destekleyerek özgürlüğü getirdiğini ifade etmesi; artık onun için başka bir söze mahal bırakmamaktadır.
Allah’ın ayetlerini dünya malı ve şöhreti gibi az bir bedel karşılığı satabilen Cübbeli Ahmet Hoca’yı, yeni taraftarları o Kemalist ve laik güruhların iltifat ve alkışları kurtaramayacaktır. Kalbinde fitne ve tereddüt taşımasından dolayı inandığı gibi iman edememekte, dolayısıyla dik duramayarak rivayet referanslı hurafelerle dolu bilgileri ve komiklikleriyle insanları güldürmekte, böylece alçalarak yok olup gidebileceğini hesap edememektedir.
Oysa Vatikan’ın ve Papa’nın laikliğe karşı savaş açtığını bilmekten aciz Cübbeli, AB’de laikliğin yerlerde süründüğünü, laikliğin kalesi olan Fransa’da yıllardır sürmekte olan Hıristiyanlaşma sürecinin hızlandığını, İtalya’da en temel hakların din adına sorgulanmaya başlandığını; magazini ve parayı önemsemesinden takip etme gereği duymamıştır. Unutmamalıdır ki hükümetler dahi papazlar tarafından kutsanarak göreve başlıyor. Keşke laikliğin ve batılı laik diye kastettiği anlayışın ne olduğu dersini çalışsaydı da, mürted durumuna düşmeseydi. Ona cübbeli ve sakallı papaz bile diyemiyorum, çünkü onlarda laikliğe karşı…
Yoksa İsmailağa cemaati ve Mahmut Efendinin reformsal değişimlerinin mimarı Cübbeli mi? İsmailağa laikliğe ve Atatürkçülüğe doğru mu gidiyor?
Ayrıca Cübbeli, sözde ayet ve hadislerle konuştuğunu iddia ederek, Kur’an’ı referans aldığını öne sürüyor. Acaba savunduğu görüşlerle ilgili kanıtsal bir ayet, bir hadis veya en azından bir rivayet var mı?
Fatih Altaylı’nın cevaplamasını istediğim şu soruyu, sanırım siz de merak ediyorsunuzdur. Eşinin hediye ettiğini söylediği çıplak kadın figürlü kol düğmelerine karşılık; acaba kendisi de pornografik erkek figürlü bir düğme veya Yunan mitolojisindeki "bereket tanrısı" heykelini, karısına hediye etti mi?!?
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36.
Etiketler:
chp,
Cübbeli Ahmet Hoca,
fatih altaylı,
Genelkurmay,
terörist
10 Temmuz 2009 Cuma
Barbar şeytanları kim azdırıyor?
Şeytan ve dostlarının vahşet ve kötülükte yarışan kadersel varlıkları bitmek tükenmez bir azgınlıkta aydınlığı karanlığa dönüştürür ve vicdanları doğrarken, barbarlıklara destek çıkarcasına sessiz kalan yığınlar ve iktidarlar, onlardan daha beter bir adaletsizlik ve lânet içindedirler. Çünkü münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir. Hz.Muhammed (S.A.V.)
Kötüyü teşvik eden çıkarcı dilsiz şeytanların insafsız politikaları ve korkaklıkları cehennemin yaşanmasına, dolayısıyla haksızlıkların, işgallerin ve katliamların meşrulaştığı bir dünyanın var olmasına sebep teşkil etmektedir.
ABD, Rusya ve Çin gibi tarihleri caniliklerle dolgun kuduruk katillerin BM aracılığıyla saldırı ve soykırımlarını yasallaştıran daimi güvenlik üyelikleri, hiç kimsenin kendilerine bir yaptırım uygulama yahut hesap sormalarına fırsat tanımamakta, böylece diledikleri zulmü işleyerek ve gözüne kestirdikleri zengin topraklı ülkeleri işgal ederek yargılanmaktan kurtulabilmektedirler.
Vahşet ve işgalin merkezi olan Birleşmiş Milletler, ancak sömürdükleri toplumlara karşı kükremekte, dolayısıyla dünya, beş barbar daimi güvenlik üyesinin esiri olmayı kabullenerek, her biri ya para, ya politik ve askeri güç, ya da fırsatçılığa dayalı destek gerekçeleriyle bağımsızlıklarına, onurlarına, inançlarına ve insanlarına fiyat etiketi koyarak, çerçöp bir pislikten farksız olsalar da yine itibarlarını sürdürebilmekte, ahmaklarca güven, sevgi ve saygı görebilmektedirler.
BM’nin haçlı hegemonyasındaki yapısı; bilinmelidir ki Müslüman toplumlar aleyhine bir tehdit, işgal ve katliam olmaya devam etmektedir. İslam düşmanı beş azılı barbar ülkenin aralarında paylaştıkları dünya, Allah’ın cennet karşılığı emrettiği CİHAD mücadelesini gerekli kılmakta, ölümlü dünyada korkarak alçakça yaşamaktan ise, ebedi hayat için onurluca ölmenin şerefini müminlere müjdelemektedir.
Dünyadaki tüm İslam Ülkeleri ve Müslüman toplumların terörist organizasyonu BM üyeliğinden çekilmeli ve devletlerini zorlamaları, mutlaka karşı bir güç dengesi oluşturarak haksızlık ve adaletsizliklere son vermelidirler. Kapitalist ve barbar bir dünyada bu erdemliği gösterebilecek cesur bir iktidar ve toplum düşünebiliyor musunuz?
Vahşi Çin’in, içişlerine karışılmaması gerekçesiyle Türkiye’nin tepkisine karşı çıkması ve ABD başta olmak üzere diğer çete üyelerinin sessizliği, Irak, Afganistan ve diğer İslam ülkelerinin içişlerine karışılarak nasıl işgal edildikleri ve soykırıma tabi tutulduklarını hatırlatmaktadır. Dün Rusya’nın işgal ettiği Afganistan’a karşı ABD’nin bağımsızlık ve özgürlük adına giriştiği tepkiyle, bugün ABD’nin işgal ettiği Afganistan’a Rusya’nın hava desteği, Müslüman toplumları yeryüzünden silmek ve sahip oldukları zenginlikleri ele geçirerek bağımsız olmalarını engelleyebilmek içindir.
Ancak unutulmamalıdır ki Yaratıcı Allah’ın hesabı ve azabı daha çetin ve daha süreklidir…
Müslüman Türk milletinin hakkı ve adaleti ayakta tutup dengeleri sağlayan misyonuna darbe indirip tarihine ve dinine ihanet eden hainler, gerek Müslümanları, gerekse Türkleri köleye dönüştürerek barbarları cesaretlendirmiş ve en ağır zulme maruz bırakmışlardır.
Türkiye’de başbakanlık yapmış Mesut Yılmaz adlı materyalist bir hain, Doğu Türkistanlı Müslüman Uygur Türk kardeşlerimizin ve ırkdaşlarımızın Çin zulmü altında vahşice katledilmelerinin tartışılmaz tahrikçisidir. Çin ile olan ticari işbirliğimizin halel görmemesi bahanesiyle Uygur Türklerini dışlayan politikaları; işgalin sürmesi ve vahşetin devam etmesine en önemli etkendir. Türkiye’nin tarihi ve yenilmez gücünü acze uğratarak bağımsızlığını yitirten Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk gibi barbar Haçlıların taşeronları sayesinde Türkiye ne kendine, ne dindaşlarına, ne de ırkdaşlarına sahip çıkamamış, bir emir eri olmaktan öteye gidemeyerek, alçaltıcı bir odalığa dönüşmüştür.
Mesut Yılmaz gibi sefil hainlerin hala itibar görerek seçilebilmeleri, şüphesiz onu seçen ve hak etmediği saygınlığı gösteren aptal ve cahil yığınların basiretsizliğindendir. Bu sebeple seçimlerde de dile getirdiğim gerçek, kendisini seçen Rize halkı’nın bu kapkara lekenden asla kurtulamayacak ve katledilen her Türkistanlı Müslüman kardeşimizin akan kanları içinde vicdanen boğulacaklardır.
Şüphesiz her şeyi gören, bilen ve gözeten Allah, “bilinmeyen bir bilgi”’ye göre düzenlediği kader doğrultusunda dehşet ve mutlu olayları yaratmakta, her canlının ölüm tadacak vaadinden dolayı çeşitli sebepler halkederek; yatakta, sokakta, havada ve denizde bireysel veya toplu ölümler meydana getirmek suretiyle iyi ve kötü, doğru ve yanlışın apaçık ilan edileceği, hazırladığı ‘o mahşer’ gününde güncelleştirecektir.
Sözde Müslüman ülkelerin Çin vahşeti karşısındaki sessizlikleri, yakın bir gelecekte onların da aynı zulme uğrayacaklarının kaçınılmaz bir haberidir. Çin’e verdikleri ekonomik ve politik destekle azgınlaştıran o münafık ülkeler, Çin devleti kadar merhametsiz, gaddar ve canidirler.
Allah ve Resulüne olan inançları kendi istek ve düşünce temelinde olduklarından, Allah ve Resulüne karşı apaçık bir sapıklık içindedirler. Bu sebeple tam bir teslimiyetle iman etmediklerinden, vahyin emrettiği Müslüman değillerdir. Tıpkı hıristiyan ve yahudiler misali nefisleri doğrultusunda inanmakta ve ibadet ederek Allah’ı kandırabileceklerini sanmaktadırlar.
Asıl düşman münafıklar ve haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanlardır.
Ebedi hayatın yaşanacağı ve kıl kadar adaletsizliğin yapılmayacağı bir âlem var olduktan sonra, bu yalancı ve geçici dünyadaki haksızlık ve ölümlerin fiziki hiçbir değeri bulunmamakta, dolayısıyla elem ve keder önemsenmemelidir. Layık olanlar, mutlaka hak ettikleri yerlere kavuşacaklardır.
Gerek ekonomik çıkar, gerekse politik ilişkilerinden dolayı her kim Çin mallarını tüketir ve Çin ile işbirliğini sürdürmeye devam ederek güçlerine güç katarlar ise; onlar şeytanın ta kendileridirler…
İnşallah kendi eş, ana, baba ve çocukları da aynı acı ve dehşeti tatsınlar… AMİN, AMİN, AMİN
Kötüyü teşvik eden çıkarcı dilsiz şeytanların insafsız politikaları ve korkaklıkları cehennemin yaşanmasına, dolayısıyla haksızlıkların, işgallerin ve katliamların meşrulaştığı bir dünyanın var olmasına sebep teşkil etmektedir.
ABD, Rusya ve Çin gibi tarihleri caniliklerle dolgun kuduruk katillerin BM aracılığıyla saldırı ve soykırımlarını yasallaştıran daimi güvenlik üyelikleri, hiç kimsenin kendilerine bir yaptırım uygulama yahut hesap sormalarına fırsat tanımamakta, böylece diledikleri zulmü işleyerek ve gözüne kestirdikleri zengin topraklı ülkeleri işgal ederek yargılanmaktan kurtulabilmektedirler.
Vahşet ve işgalin merkezi olan Birleşmiş Milletler, ancak sömürdükleri toplumlara karşı kükremekte, dolayısıyla dünya, beş barbar daimi güvenlik üyesinin esiri olmayı kabullenerek, her biri ya para, ya politik ve askeri güç, ya da fırsatçılığa dayalı destek gerekçeleriyle bağımsızlıklarına, onurlarına, inançlarına ve insanlarına fiyat etiketi koyarak, çerçöp bir pislikten farksız olsalar da yine itibarlarını sürdürebilmekte, ahmaklarca güven, sevgi ve saygı görebilmektedirler.
BM’nin haçlı hegemonyasındaki yapısı; bilinmelidir ki Müslüman toplumlar aleyhine bir tehdit, işgal ve katliam olmaya devam etmektedir. İslam düşmanı beş azılı barbar ülkenin aralarında paylaştıkları dünya, Allah’ın cennet karşılığı emrettiği CİHAD mücadelesini gerekli kılmakta, ölümlü dünyada korkarak alçakça yaşamaktan ise, ebedi hayat için onurluca ölmenin şerefini müminlere müjdelemektedir.
Dünyadaki tüm İslam Ülkeleri ve Müslüman toplumların terörist organizasyonu BM üyeliğinden çekilmeli ve devletlerini zorlamaları, mutlaka karşı bir güç dengesi oluşturarak haksızlık ve adaletsizliklere son vermelidirler. Kapitalist ve barbar bir dünyada bu erdemliği gösterebilecek cesur bir iktidar ve toplum düşünebiliyor musunuz?
Vahşi Çin’in, içişlerine karışılmaması gerekçesiyle Türkiye’nin tepkisine karşı çıkması ve ABD başta olmak üzere diğer çete üyelerinin sessizliği, Irak, Afganistan ve diğer İslam ülkelerinin içişlerine karışılarak nasıl işgal edildikleri ve soykırıma tabi tutulduklarını hatırlatmaktadır. Dün Rusya’nın işgal ettiği Afganistan’a karşı ABD’nin bağımsızlık ve özgürlük adına giriştiği tepkiyle, bugün ABD’nin işgal ettiği Afganistan’a Rusya’nın hava desteği, Müslüman toplumları yeryüzünden silmek ve sahip oldukları zenginlikleri ele geçirerek bağımsız olmalarını engelleyebilmek içindir.
Ancak unutulmamalıdır ki Yaratıcı Allah’ın hesabı ve azabı daha çetin ve daha süreklidir…
Müslüman Türk milletinin hakkı ve adaleti ayakta tutup dengeleri sağlayan misyonuna darbe indirip tarihine ve dinine ihanet eden hainler, gerek Müslümanları, gerekse Türkleri köleye dönüştürerek barbarları cesaretlendirmiş ve en ağır zulme maruz bırakmışlardır.
Türkiye’de başbakanlık yapmış Mesut Yılmaz adlı materyalist bir hain, Doğu Türkistanlı Müslüman Uygur Türk kardeşlerimizin ve ırkdaşlarımızın Çin zulmü altında vahşice katledilmelerinin tartışılmaz tahrikçisidir. Çin ile olan ticari işbirliğimizin halel görmemesi bahanesiyle Uygur Türklerini dışlayan politikaları; işgalin sürmesi ve vahşetin devam etmesine en önemli etkendir. Türkiye’nin tarihi ve yenilmez gücünü acze uğratarak bağımsızlığını yitirten Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk gibi barbar Haçlıların taşeronları sayesinde Türkiye ne kendine, ne dindaşlarına, ne de ırkdaşlarına sahip çıkamamış, bir emir eri olmaktan öteye gidemeyerek, alçaltıcı bir odalığa dönüşmüştür.
Mesut Yılmaz gibi sefil hainlerin hala itibar görerek seçilebilmeleri, şüphesiz onu seçen ve hak etmediği saygınlığı gösteren aptal ve cahil yığınların basiretsizliğindendir. Bu sebeple seçimlerde de dile getirdiğim gerçek, kendisini seçen Rize halkı’nın bu kapkara lekenden asla kurtulamayacak ve katledilen her Türkistanlı Müslüman kardeşimizin akan kanları içinde vicdanen boğulacaklardır.
Şüphesiz her şeyi gören, bilen ve gözeten Allah, “bilinmeyen bir bilgi”’ye göre düzenlediği kader doğrultusunda dehşet ve mutlu olayları yaratmakta, her canlının ölüm tadacak vaadinden dolayı çeşitli sebepler halkederek; yatakta, sokakta, havada ve denizde bireysel veya toplu ölümler meydana getirmek suretiyle iyi ve kötü, doğru ve yanlışın apaçık ilan edileceği, hazırladığı ‘o mahşer’ gününde güncelleştirecektir.
Sözde Müslüman ülkelerin Çin vahşeti karşısındaki sessizlikleri, yakın bir gelecekte onların da aynı zulme uğrayacaklarının kaçınılmaz bir haberidir. Çin’e verdikleri ekonomik ve politik destekle azgınlaştıran o münafık ülkeler, Çin devleti kadar merhametsiz, gaddar ve canidirler.
Allah ve Resulüne olan inançları kendi istek ve düşünce temelinde olduklarından, Allah ve Resulüne karşı apaçık bir sapıklık içindedirler. Bu sebeple tam bir teslimiyetle iman etmediklerinden, vahyin emrettiği Müslüman değillerdir. Tıpkı hıristiyan ve yahudiler misali nefisleri doğrultusunda inanmakta ve ibadet ederek Allah’ı kandırabileceklerini sanmaktadırlar.
Asıl düşman münafıklar ve haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanlardır.
Ebedi hayatın yaşanacağı ve kıl kadar adaletsizliğin yapılmayacağı bir âlem var olduktan sonra, bu yalancı ve geçici dünyadaki haksızlık ve ölümlerin fiziki hiçbir değeri bulunmamakta, dolayısıyla elem ve keder önemsenmemelidir. Layık olanlar, mutlaka hak ettikleri yerlere kavuşacaklardır.
Gerek ekonomik çıkar, gerekse politik ilişkilerinden dolayı her kim Çin mallarını tüketir ve Çin ile işbirliğini sürdürmeye devam ederek güçlerine güç katarlar ise; onlar şeytanın ta kendileridirler…
İnşallah kendi eş, ana, baba ve çocukları da aynı acı ve dehşeti tatsınlar… AMİN, AMİN, AMİN
Etiketler:
amin,
BM,
Çİn,
Hüsamettin Cindoruk,
Mesut Yılmaz,
Süleymen Demirel,
Uygur Türkleri
3 Temmuz 2009 Cuma
Muhafazakâr Manukyanlar…
Çağdaşlık adına Müslüman Türkiye’yi çocuk pornosu sapıklığında dünya birincisi yapan laik ve Kemalistlerin yolunda hızla ilerleyen Müslüman kimlikli muhafazakârlar, sahip oldukları basın ve yayın kuruluşlarıyla ahlakın çöküşünü hızlandırmakta, manipülesel çeşitli yarışmalarla ebeveyn ve çocukları ayartarak kamuoyuna teşhir edebilmektedirler.
Gerek sokak defilelerinde giydirdikleri bikiniler ile gerekse dans ve şarkı yarışmalarındaki mini etek ve dekolte kıyafetler sapıkların iştahlarını kabartmakta, ne acıdır ki çocuklarımızı da pornografik yaşamın bir parçası yaparak, gurur duyacakları ‘o çağdaş!’ geleceğe hazırlamaktadırlar.
Genelkurmayın 27 Nisan bildirisinde kaleme aldığı tüyler ürpertici açıklamalar, bahsi konu ettikleri hangi temel değerlere bağlılıktan dolayı sapıklığın ve cinselliğin tüm ülkeyi kuşattığını yeterince kanıtlamakta, inancının gereği mahremiyetini, dolayısıyla toplumsal ahlakı muhafaza etmek isteyenlerin nasıl gericilikle aşağılandıkları ve düşman bellendikleri gözler önüne serilmektedir.
Vahiy düşmanlarının Atatürk’ü istismar ederek sürekli Müslüman Türkiye halkına saldırmaları, hatta yüce peygamber efendimizin “Kutlu Doğum” gününe dahi tahammül edememeleri; Genelkurmay bildirisinde açıkça belirtilmiştir. Asıl amaçları İslam düşmanlığı olan Kemalistler, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürüttükleri yıkıcı ve bölücü söz ve eylemlerle insanları birbirine hasım yapıp, kamplara ayırmaktadırlar. Atatürk kisvesi ardına saklanarak Müslümanlara açıkça meydan okumaları, vatan ve milletlerini canı pahasına düşünen Müslümanlarca ciddiye alınmamakta, parçalayıcı bir tahrike kaptırmamaktadır.
27 Nisan bildirisinde; dindar kadın ve çocukların yüce peygamberlerinin “Kutlu Doğum Şöleni”ni kutlayabilmek maksadıyla Kur’an okumaları, ilahi söylemeleri ve örtünmelerine ateş püskürülmesi, Müslümanların kanlarıyla sahip oldukları kendi vatanlarında nasıl işgal edildiklerini ispatlamaktadır.
Genelkurmay gibi TSK’ni komuta eden hayati bir kurum; Şanlıurfa, Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinde kutlanan Kutlu Doğum Şöleni’ni devlet aleyhine işlenen bir tehlike görebiliyor ise; o Genelkurmay’ın başındakiler derhal sorgulanmalı ve aziz milletimiz lehine görev yapmayıp düşmanca tavır aldıkları gerçeği deşifre edilmeliydi. İnançları gereği mahremiyetlerini örterek ibadet yapan ve ilahiler söyleyen kız çocuklarını çağ dışı kıyafet giymekle dışlayan ve aşağılayan Kemalist Genelkurmay, Müslüman Türkiye milletini ve TSK’yı temsil eden bir kurum değildir. Bu, nasıl bir Genelkurmaydır ki Denizli’de başları kapalı çocukların ilahi söylemelerinden kaygı duyulabilmekte, gerekli tedbiri almayan hükümete muhtıra verebilmekteydi?
Yoksa bikinilerle ve açık saçık kıyafetlerle gezmeleri, gece yarısı ekranlardaki teşhirlikleri mi çağdaş kıyafet ve bir yaşamdır? Bu durumda asıl sapık kimdir?
Tek gayeleri para, şöhret ve reyting olan münafık muhafazakârlar; kazançlarına ve kalkınmalarına bir halel gelmemesi adına asli değerlerini satabilmekte, toplumsal ahlakı biçebilmektedirler. Çağdaş (pornografi) olabilme ve görünebilme adına manevi değerlerine fiyat etiketi koyan başta Ahmet Çalık gibi gazete ve TV sahipleri, çocuklarımızın, gençlerimizin, kadınlarımızın, namuslu aile birliğimizin ve geleceğimizin baş düşmanları olarak varlıklarını sürdürebilmektedirler.
ATV’de yayınlanan “bir şarkısın sen” programında, Genelkurmay’ın şikâyet ettiği yaştaki kız çocukların cinselliğini sergileyerek sapıklara servis yapılıp, önce mastürbasyona, sonrada tecavüze teşvik eden yetkililer, acaba kendi çocuk, torun ve akrabalarını da aynı anlayışla teşhir ediyorlar mı? Acaba Ahmet Çalık ve Çalık Holding yönetim kurulu üyeleri utanıyorlar mı, yoksa zevk mi alıyorlar?
Batılılaşma kompleksiyle kendini kaybederek sınırları aşan dönme çağdaşlar, fiziksel olmasa bile görsel zina ve sapıklıklarıyla bireysel ve toplumsal ahlaka darbe indirmekte, ahlakın öç alma gerçeğini muhakeme edememelerinden derin çukurlar açmaya devam etmektedirler.
Sokaktaki sapıklardan ziyade köşe başlarına oturmuş asıl şöhretli ve itibarlı sapıklar derdest edilmedikçe ahlakın ayakta durması mümkün değildir.
“Dini ve namusu olanlar kazanamazlar” ilkesiyle hareket eden laik Türkiye, geçmişteki gücü ve erdemliğini yitirmenin gururuyla en dönek ve en berbat ülke olabilme yolunda çağdaşlarıyla yarışmaktadır.
Eğer bir saniye sonranızın yaşam garantisi yok ise; inandığınız halde neden iman edemiyor ve çeşitli gerekçelerle Kur’an’a değil de Allah’tan başkalarına uyuyorsunuz?
“Rabbinizde size indirilene (Ku’an’a) uyun. Ondan başkasını dostlar edinip peşlerine düşmeyin.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kabule tenezzül etmeyenler var ya, işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada (cehennemde) ebedi kalacaklardır.” A’raf.3 - 36
Gerek sokak defilelerinde giydirdikleri bikiniler ile gerekse dans ve şarkı yarışmalarındaki mini etek ve dekolte kıyafetler sapıkların iştahlarını kabartmakta, ne acıdır ki çocuklarımızı da pornografik yaşamın bir parçası yaparak, gurur duyacakları ‘o çağdaş!’ geleceğe hazırlamaktadırlar.
Genelkurmayın 27 Nisan bildirisinde kaleme aldığı tüyler ürpertici açıklamalar, bahsi konu ettikleri hangi temel değerlere bağlılıktan dolayı sapıklığın ve cinselliğin tüm ülkeyi kuşattığını yeterince kanıtlamakta, inancının gereği mahremiyetini, dolayısıyla toplumsal ahlakı muhafaza etmek isteyenlerin nasıl gericilikle aşağılandıkları ve düşman bellendikleri gözler önüne serilmektedir.
Vahiy düşmanlarının Atatürk’ü istismar ederek sürekli Müslüman Türkiye halkına saldırmaları, hatta yüce peygamber efendimizin “Kutlu Doğum” gününe dahi tahammül edememeleri; Genelkurmay bildirisinde açıkça belirtilmiştir. Asıl amaçları İslam düşmanlığı olan Kemalistler, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürüttükleri yıkıcı ve bölücü söz ve eylemlerle insanları birbirine hasım yapıp, kamplara ayırmaktadırlar. Atatürk kisvesi ardına saklanarak Müslümanlara açıkça meydan okumaları, vatan ve milletlerini canı pahasına düşünen Müslümanlarca ciddiye alınmamakta, parçalayıcı bir tahrike kaptırmamaktadır.
27 Nisan bildirisinde; dindar kadın ve çocukların yüce peygamberlerinin “Kutlu Doğum Şöleni”ni kutlayabilmek maksadıyla Kur’an okumaları, ilahi söylemeleri ve örtünmelerine ateş püskürülmesi, Müslümanların kanlarıyla sahip oldukları kendi vatanlarında nasıl işgal edildiklerini ispatlamaktadır.
Genelkurmay gibi TSK’ni komuta eden hayati bir kurum; Şanlıurfa, Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinde kutlanan Kutlu Doğum Şöleni’ni devlet aleyhine işlenen bir tehlike görebiliyor ise; o Genelkurmay’ın başındakiler derhal sorgulanmalı ve aziz milletimiz lehine görev yapmayıp düşmanca tavır aldıkları gerçeği deşifre edilmeliydi. İnançları gereği mahremiyetlerini örterek ibadet yapan ve ilahiler söyleyen kız çocuklarını çağ dışı kıyafet giymekle dışlayan ve aşağılayan Kemalist Genelkurmay, Müslüman Türkiye milletini ve TSK’yı temsil eden bir kurum değildir. Bu, nasıl bir Genelkurmaydır ki Denizli’de başları kapalı çocukların ilahi söylemelerinden kaygı duyulabilmekte, gerekli tedbiri almayan hükümete muhtıra verebilmekteydi?
Yoksa bikinilerle ve açık saçık kıyafetlerle gezmeleri, gece yarısı ekranlardaki teşhirlikleri mi çağdaş kıyafet ve bir yaşamdır? Bu durumda asıl sapık kimdir?
Tek gayeleri para, şöhret ve reyting olan münafık muhafazakârlar; kazançlarına ve kalkınmalarına bir halel gelmemesi adına asli değerlerini satabilmekte, toplumsal ahlakı biçebilmektedirler. Çağdaş (pornografi) olabilme ve görünebilme adına manevi değerlerine fiyat etiketi koyan başta Ahmet Çalık gibi gazete ve TV sahipleri, çocuklarımızın, gençlerimizin, kadınlarımızın, namuslu aile birliğimizin ve geleceğimizin baş düşmanları olarak varlıklarını sürdürebilmektedirler.
ATV’de yayınlanan “bir şarkısın sen” programında, Genelkurmay’ın şikâyet ettiği yaştaki kız çocukların cinselliğini sergileyerek sapıklara servis yapılıp, önce mastürbasyona, sonrada tecavüze teşvik eden yetkililer, acaba kendi çocuk, torun ve akrabalarını da aynı anlayışla teşhir ediyorlar mı? Acaba Ahmet Çalık ve Çalık Holding yönetim kurulu üyeleri utanıyorlar mı, yoksa zevk mi alıyorlar?
Batılılaşma kompleksiyle kendini kaybederek sınırları aşan dönme çağdaşlar, fiziksel olmasa bile görsel zina ve sapıklıklarıyla bireysel ve toplumsal ahlaka darbe indirmekte, ahlakın öç alma gerçeğini muhakeme edememelerinden derin çukurlar açmaya devam etmektedirler.
Sokaktaki sapıklardan ziyade köşe başlarına oturmuş asıl şöhretli ve itibarlı sapıklar derdest edilmedikçe ahlakın ayakta durması mümkün değildir.
“Dini ve namusu olanlar kazanamazlar” ilkesiyle hareket eden laik Türkiye, geçmişteki gücü ve erdemliğini yitirmenin gururuyla en dönek ve en berbat ülke olabilme yolunda çağdaşlarıyla yarışmaktadır.
Eğer bir saniye sonranızın yaşam garantisi yok ise; inandığınız halde neden iman edemiyor ve çeşitli gerekçelerle Kur’an’a değil de Allah’tan başkalarına uyuyorsunuz?
“Rabbinizde size indirilene (Ku’an’a) uyun. Ondan başkasını dostlar edinip peşlerine düşmeyin.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kabule tenezzül etmeyenler var ya, işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada (cehennemde) ebedi kalacaklardır.” A’raf.3 - 36
Etiketler:
A'raf 3-36,
Ahmet Çalık,
ATV,
bir şarkısın sen,
Çalık Holding,
Genelkurmay
2 Temmuz 2009 Perşembe
Bilimsel iradenin hiçliği…
Dünya; Yaratıcı’nın “Mutlak İradesi” karşısında yaratıkların acziyetini, dolayısıyla bilim adına ortaya konulan tüm irade savlarını çökerten en somut kanıtlarla doludur.
Benlik sahibi insanoğlunun sahip olduğu akıl, bilgi ve kuvvetlerini özgür veya cüz’i iradeleri sonucu elde edemediği, her şart ve koşulda “Mutlak İrade” nin etkisi ve güdümünde bir yaşama mahkûm oldukları aşikâr ise de, Yaratıcıları ile irade konusundaki yarışlarında sürekli mağlup olmakta ve yine de benliksel hırslarından vazgeçmeyerek inatlarına devam edebilmektedirler.
Psikiyatrın ünlü teorisyeni Freud, Jung ve konusunda söz sahibi onlarca ruhsal bilim adamı gibi, Houston Medical Center doktorlarından ve uyku tıbbının kurucularından 77 yaşındaki Prof. Dr. İsmet Karacan’ın teorilerini kendinde uygulayamayıp, uyku sorunu çekerek bunalıma girmesi sonucu intihar etmesi, sözde yaratıcı olarak lanse edilen bilimin kader karşısında nasıl bir aldatıcı olduğunu ispatlamaktadır.
Bilim adamlarının düşüncede ürettikleri hipotezleri pratiğe geçirememeleri ve özellikle kendilerinde uygulayarak şifa ve huzura kavuşamamaları, pozitivist bilimin insanoğluna icat ettirilen en büyük yalan olduğu gerçeği dikkatlerden kaçmamalıdır.
Merkezi ABD’de bulunan uyku tıbbının kurucusu ve Uluslararası Uyku Araştırmaları Vakfı’nın (International Sleep Research Foundation) başkanlığını yapan Prof.Dr. İsmet Karacan; neden uyku sorunun yenemedi ve bunalıma girerek intihar etti? Kendini şifaya ulaştıramayıp ölümüne sebep olan teorileri, başkalarına nasıl fayda sağlayacaktı?
Akılcı kanun ve prensiplerle güçlü kılındığı iddia edilen irade, bağımsız ve egemen olması gerekirken; neden birçok hata ve yanlış yapabiliyor, ısrarda bulunabiliyor, başarısızlığa uğrayabiliyor, hatta kendi kendini öldürerek yok edebiliyor?
İradenin özgürlük bağlamında sürekliliği olan dileklerini gerçekleştirebilme, kayıpları, acıları ve engelleri durdurabilme ve aşabilmesi gerekirken; neden beslendiği rasyonalizmi, pozitivizmi ve özgürlüğü sabote edip paçavraya çeviren “Mutlak İrade”’ye, yani kadere mani olamıyor? Hâlbuki düşünce ve eylemi benliği doğrultusunda denetleme zorunluluğu olan özgür ya da cüz’i irade, her türlü dış müdahaleye karşı kalkan misali kendini muhafaza etmesi gerekirken; neden arzu etmediği bir şeyi yapabilmekte, keşkelerle pişman olabilmekte, acı ve dehşeti önleyememekte, duygulara mağlup olabilmekte, kendi içinde çatışabilmekte, plan ve programları bozulabilmekte, gülerken ağlayıp ağlarken gülebilmekte, hiç ummadığı ve beklemediği olaylar karşısında sarsılarak, yenilgiye uğrayabilmektedir?
Bilimsel değerler ve kurallar işletildiği halde aksaklıklar baş gösteriyor ve irade etkisiz kalabiliyor ise; bilimsel aklın ve mantığın ısrarla kabul etmek istemediği fevkalade önemli bir tehdit ve tehlikenin varlığı asla savsaklanmamalıdır.
Yaratıcı Allah’a karşı yaratık insanı egemen kılmaya çalışan bilim ile ilgili en çarpıcı yargı, ünlü dahi Newton tarafından yapılmıştır: “Bilim, dünya gerçekleriyle kıyaslandığında, tüm bilimin ilkel ve çocukça kaldığı, daha düzgün çakıl taşları ya da daha güzel midye kabuklarını toplamakla yetinildiğidir.”
İşte dedim ki: Dualiteyi yok edemeyen, kaderi değiştiremeyen, ölümü durduramayan, hastalığa mani olamayan, yaşamı belirleyemeyen bir bilim; insanoğluna icat ettirilen en benliksel yalandır.
Ya, psikiyatr’ın teorisyen babası Freud’a ne demeli? Psikanalizciler, hipotezleri ile hayali hasta türleri üretmekte ve kendi ürettikleri nesnel hastalıklara tanım koyarak, sözde şifa dağıttıkları iddiasıyla hastaları sömürmekte ve dolandırmaktadırlar. Psikanaliz kuramını ortaya atan Freud, teorilerinin işe yaramazlığını şu sözlerle itiraf etmiştir. “Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan, bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gelgelelim, pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir. Bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir, ne de sistemlidir.”
Freud bile ruhun çözülemeyen gizemi karşısında kendi psikanaliz kuramını reddetmek zorunda kalmış, ama günümüz psikiyatr, psikolog ve kişisel gelişim uzmanları, ruha egemen olunabilecek özgür irade savlarıyla aldatmaya ve sömürmeye devam edebilmektedirler. Oysa hepsi, Freud’un teorilerinden beslenmektedirler.
Libidoyu, yani seksi savunan Freud ile, karşı çıkan Jung, teorilerinin tam aksi bir yaşam sürmüşlerdir. Freud, seksten hiç hazmetmeyip, hayatından uzak tutmaktayken, psişik gelişim ve bireyselleşme teorisinin babası Jung ise, sekste gayet aktiftir ve evlilik dışı ilişkilerde sınır tanımamıştır.
Hayattan kendini izole eden Jung’ın annesi; “o bir zamanlar asosyal bir canavardı”, babası ise, “hayatını da kazanamazsa bu çocuktan ne olur” demişlerdi. Ancak onlar, günümüz psikiyatr, psikanaliz ve psikoterapi’nin temellerini atmışlardır.
Freud’da, tıpkı intihar eden Prof. Dr. İsmet Karaca gibi aciz ve teorilerini hayatlarına geçirmeye başaramamış iradesizlerdendi.
Freud, puroya olan aşırı düşkünlüğünden ağız kanserine yakalanmış, tam 33 defa ameliyat olmasına, ağzı askıya alınmasına, kalp rahatsızlıklarına, dayanılmaz acılara, nefes darlığı ve göğüz ağrıları çekmesine rağmen; yine de puroyu bırakamamıştı. Ne arkadaşı Dr.Fliess’in tüm çabaları, ne de iradesel teorileri onu ikna edemiyor ve puro içmekten vazgeçiremiyordu.
Freud, bir gün, arkadaşı Dr. Fliess’e şu mektubu yazmıştı: “Motivasyondan çok yoksunum, hani sen bir önceki mektubunda; ’bir insan bir şeyi çok ister ve onun gerçekten hastalığına sebep olduğuna tamamen inanırsa bırakabilir demiştin. Peki, ben neden başaramıyorum?’”
Böylece, herhangi bir kimse veya bir bilim adamı, inandığı bir değeri ikmal edemiyor ise; o değeri başkalarına empoze etmeye kalkışması gayri ahlakidir. Eyleme dönüştürülemeyen bir düşünceye kıymet verilmemeli ve sömürülmeye fırsat tanınmamalıdır.
“Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır.” Einstein
Benlik sahibi insanoğlunun sahip olduğu akıl, bilgi ve kuvvetlerini özgür veya cüz’i iradeleri sonucu elde edemediği, her şart ve koşulda “Mutlak İrade” nin etkisi ve güdümünde bir yaşama mahkûm oldukları aşikâr ise de, Yaratıcıları ile irade konusundaki yarışlarında sürekli mağlup olmakta ve yine de benliksel hırslarından vazgeçmeyerek inatlarına devam edebilmektedirler.
Psikiyatrın ünlü teorisyeni Freud, Jung ve konusunda söz sahibi onlarca ruhsal bilim adamı gibi, Houston Medical Center doktorlarından ve uyku tıbbının kurucularından 77 yaşındaki Prof. Dr. İsmet Karacan’ın teorilerini kendinde uygulayamayıp, uyku sorunu çekerek bunalıma girmesi sonucu intihar etmesi, sözde yaratıcı olarak lanse edilen bilimin kader karşısında nasıl bir aldatıcı olduğunu ispatlamaktadır.
Bilim adamlarının düşüncede ürettikleri hipotezleri pratiğe geçirememeleri ve özellikle kendilerinde uygulayarak şifa ve huzura kavuşamamaları, pozitivist bilimin insanoğluna icat ettirilen en büyük yalan olduğu gerçeği dikkatlerden kaçmamalıdır.
Merkezi ABD’de bulunan uyku tıbbının kurucusu ve Uluslararası Uyku Araştırmaları Vakfı’nın (International Sleep Research Foundation) başkanlığını yapan Prof.Dr. İsmet Karacan; neden uyku sorunun yenemedi ve bunalıma girerek intihar etti? Kendini şifaya ulaştıramayıp ölümüne sebep olan teorileri, başkalarına nasıl fayda sağlayacaktı?
Akılcı kanun ve prensiplerle güçlü kılındığı iddia edilen irade, bağımsız ve egemen olması gerekirken; neden birçok hata ve yanlış yapabiliyor, ısrarda bulunabiliyor, başarısızlığa uğrayabiliyor, hatta kendi kendini öldürerek yok edebiliyor?
İradenin özgürlük bağlamında sürekliliği olan dileklerini gerçekleştirebilme, kayıpları, acıları ve engelleri durdurabilme ve aşabilmesi gerekirken; neden beslendiği rasyonalizmi, pozitivizmi ve özgürlüğü sabote edip paçavraya çeviren “Mutlak İrade”’ye, yani kadere mani olamıyor? Hâlbuki düşünce ve eylemi benliği doğrultusunda denetleme zorunluluğu olan özgür ya da cüz’i irade, her türlü dış müdahaleye karşı kalkan misali kendini muhafaza etmesi gerekirken; neden arzu etmediği bir şeyi yapabilmekte, keşkelerle pişman olabilmekte, acı ve dehşeti önleyememekte, duygulara mağlup olabilmekte, kendi içinde çatışabilmekte, plan ve programları bozulabilmekte, gülerken ağlayıp ağlarken gülebilmekte, hiç ummadığı ve beklemediği olaylar karşısında sarsılarak, yenilgiye uğrayabilmektedir?
Bilimsel değerler ve kurallar işletildiği halde aksaklıklar baş gösteriyor ve irade etkisiz kalabiliyor ise; bilimsel aklın ve mantığın ısrarla kabul etmek istemediği fevkalade önemli bir tehdit ve tehlikenin varlığı asla savsaklanmamalıdır.
Yaratıcı Allah’a karşı yaratık insanı egemen kılmaya çalışan bilim ile ilgili en çarpıcı yargı, ünlü dahi Newton tarafından yapılmıştır: “Bilim, dünya gerçekleriyle kıyaslandığında, tüm bilimin ilkel ve çocukça kaldığı, daha düzgün çakıl taşları ya da daha güzel midye kabuklarını toplamakla yetinildiğidir.”
İşte dedim ki: Dualiteyi yok edemeyen, kaderi değiştiremeyen, ölümü durduramayan, hastalığa mani olamayan, yaşamı belirleyemeyen bir bilim; insanoğluna icat ettirilen en benliksel yalandır.
Ya, psikiyatr’ın teorisyen babası Freud’a ne demeli? Psikanalizciler, hipotezleri ile hayali hasta türleri üretmekte ve kendi ürettikleri nesnel hastalıklara tanım koyarak, sözde şifa dağıttıkları iddiasıyla hastaları sömürmekte ve dolandırmaktadırlar. Psikanaliz kuramını ortaya atan Freud, teorilerinin işe yaramazlığını şu sözlerle itiraf etmiştir. “Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan, bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gelgelelim, pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir. Bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir, ne de sistemlidir.”
Freud bile ruhun çözülemeyen gizemi karşısında kendi psikanaliz kuramını reddetmek zorunda kalmış, ama günümüz psikiyatr, psikolog ve kişisel gelişim uzmanları, ruha egemen olunabilecek özgür irade savlarıyla aldatmaya ve sömürmeye devam edebilmektedirler. Oysa hepsi, Freud’un teorilerinden beslenmektedirler.
Libidoyu, yani seksi savunan Freud ile, karşı çıkan Jung, teorilerinin tam aksi bir yaşam sürmüşlerdir. Freud, seksten hiç hazmetmeyip, hayatından uzak tutmaktayken, psişik gelişim ve bireyselleşme teorisinin babası Jung ise, sekste gayet aktiftir ve evlilik dışı ilişkilerde sınır tanımamıştır.
Hayattan kendini izole eden Jung’ın annesi; “o bir zamanlar asosyal bir canavardı”, babası ise, “hayatını da kazanamazsa bu çocuktan ne olur” demişlerdi. Ancak onlar, günümüz psikiyatr, psikanaliz ve psikoterapi’nin temellerini atmışlardır.
Freud’da, tıpkı intihar eden Prof. Dr. İsmet Karaca gibi aciz ve teorilerini hayatlarına geçirmeye başaramamış iradesizlerdendi.
Freud, puroya olan aşırı düşkünlüğünden ağız kanserine yakalanmış, tam 33 defa ameliyat olmasına, ağzı askıya alınmasına, kalp rahatsızlıklarına, dayanılmaz acılara, nefes darlığı ve göğüz ağrıları çekmesine rağmen; yine de puroyu bırakamamıştı. Ne arkadaşı Dr.Fliess’in tüm çabaları, ne de iradesel teorileri onu ikna edemiyor ve puro içmekten vazgeçiremiyordu.
Freud, bir gün, arkadaşı Dr. Fliess’e şu mektubu yazmıştı: “Motivasyondan çok yoksunum, hani sen bir önceki mektubunda; ’bir insan bir şeyi çok ister ve onun gerçekten hastalığına sebep olduğuna tamamen inanırsa bırakabilir demiştin. Peki, ben neden başaramıyorum?’”
Böylece, herhangi bir kimse veya bir bilim adamı, inandığı bir değeri ikmal edemiyor ise; o değeri başkalarına empoze etmeye kalkışması gayri ahlakidir. Eyleme dönüştürülemeyen bir düşünceye kıymet verilmemeli ve sömürülmeye fırsat tanınmamalıdır.
“Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır.” Einstein
1 Temmuz 2009 Çarşamba
Org. Başbuğ, derhal tutuklanmalıdır…
Hükümetin ve Müslüman halkın aleyhine TSK’ni isyana teşvik eylem planı hazırlamaktan, suçu örtbas etmek ve suçluları kayırıp delileri karartmaktan yargılanması gereken Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, TSK gibi güçlü ve onurlu bir ordunun başında bulunamaz.
İçeride ve dışarıda Türk ordusunun itibarını zedeleyip, caydırıcı gücünü zayıflatarak kendi putperest ideolojileri doğrultusunda kullanma derebeyliğini gösterebilen Kemalist Genelkurmay, anayasaca hükme bağlanan görevlerinin dışında halkın seçtiği hükümete ve inançlara düşmanca müdahale ederek, tehditlerle dikta varlığını sürdürme yolunda gayrimeşru gerekçeleri, akıl almaz bir hakla savunabilmektedir.
Cumhuriyet tarihindeki tüm hükümetlere ve kurumlara hükmeden Genelkurmay, ilk kez AK Parti hükümetini ve yargıyı hegemonyası altına alamamanın yenilmişliğiyle çırpınmakta, politik uzantısı CHP’nin tüm gayret ve çabaları da kirliliklerini gizlemeye ve aklamaya yetmemektedir.
Sivil yargının cesur ve adaletli kararlılığı destan yazmakta, diktatör ve teröristler bir bir deşifre edilerek, yargının önüne çıkarılabilmektedirler.
Artık Türkiye’nin önünün açılacağı; halka, düşüncelere ve inançlara hasım barbarların önünün kesilebileceği anlaşılmaktadır.
Halkın ordusu ve silahlarını halkına karşı kullanma eğiliminde olanların ihanetlerine sessiz kalmama erdemliğini sergileyen yiğitler, kanlarını dökerek sahip oldukları vatanlarını hainlere teslim etmeme yönünde ortaya koydukları dirençleriyle Türkiye’yi bağımsızlığa götürebileceklerdir.
İçeride güçlü bir birlik ve bütünlük sağlamadan dışarıda söz sahibi olamayacağımız, dolayısıyla silah baskısı ve tehdidiyle görev yapan bir hükümet ve meclisin de bağımsız kararlar alamayacağı tartışılmaz bir gerçektir.
Bağımsız olmayıp, sözde idaresi altındaki Genelkurmayca güdülen bir hükümet; ne içeride ne de dışarıda Türkiye milletini temsil edemez ve lehinde kararlar aldıramaz.
İçeride ve dışarıda Türk ordusunun itibarını zedeleyip, caydırıcı gücünü zayıflatarak kendi putperest ideolojileri doğrultusunda kullanma derebeyliğini gösterebilen Kemalist Genelkurmay, anayasaca hükme bağlanan görevlerinin dışında halkın seçtiği hükümete ve inançlara düşmanca müdahale ederek, tehditlerle dikta varlığını sürdürme yolunda gayrimeşru gerekçeleri, akıl almaz bir hakla savunabilmektedir.
Cumhuriyet tarihindeki tüm hükümetlere ve kurumlara hükmeden Genelkurmay, ilk kez AK Parti hükümetini ve yargıyı hegemonyası altına alamamanın yenilmişliğiyle çırpınmakta, politik uzantısı CHP’nin tüm gayret ve çabaları da kirliliklerini gizlemeye ve aklamaya yetmemektedir.
Sivil yargının cesur ve adaletli kararlılığı destan yazmakta, diktatör ve teröristler bir bir deşifre edilerek, yargının önüne çıkarılabilmektedirler.
Artık Türkiye’nin önünün açılacağı; halka, düşüncelere ve inançlara hasım barbarların önünün kesilebileceği anlaşılmaktadır.
Halkın ordusu ve silahlarını halkına karşı kullanma eğiliminde olanların ihanetlerine sessiz kalmama erdemliğini sergileyen yiğitler, kanlarını dökerek sahip oldukları vatanlarını hainlere teslim etmeme yönünde ortaya koydukları dirençleriyle Türkiye’yi bağımsızlığa götürebileceklerdir.
İçeride güçlü bir birlik ve bütünlük sağlamadan dışarıda söz sahibi olamayacağımız, dolayısıyla silah baskısı ve tehdidiyle görev yapan bir hükümet ve meclisin de bağımsız kararlar alamayacağı tartışılmaz bir gerçektir.
Bağımsız olmayıp, sözde idaresi altındaki Genelkurmayca güdülen bir hükümet; ne içeride ne de dışarıda Türkiye milletini temsil edemez ve lehinde kararlar aldıramaz.
Nepal gibi üçüncü bir dünya ülkesinde 239 yıldır devam eden Hindu Krallığı, Mayıs 2008'de sona erdirilerek, cumhuriyete geçilmesiyle nasıl yıkıldı ise, Türkiye'deki "Kemalist Krallığı" da yıkılmalıdır.
Etiketler:
chp,
ergenekon,
Genelkurmay,
Kemalist,
Org.Başbuğ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)