Geri kalan kimdir ki, “ben” kabarışıyla böbürlenebilmektedir?
İnsanın gerek dinsel gerek siyasal gerekse
bilimsel kibri sözden öteye geçememekte; rivayetlerini, hurafelerini, vaatlerini,
kuramlarını ve teorilerini fiiliyatta kanıtlayıcı bir mutlaklık ortaya
koyamıyorlar ama iddialarını ısrar ve inatla sürdürerek akılları karıştırmada sınır
tanımıyorlar.
Vahiysiz bir din, siyaset, bilim ve düzen;
ruhsuz bir beden misali ölüdür. Dolayısıyla cesedi paklamak, övmek ve
süslemekle nasıl diriltilebilmesi mümkün olamıyorsa, kaynağını vahiyden almayan
din, siyaset ve bilim de süslenmekle kalmaktadır.
Yaşam ve ölüm ile ilgili fiziki bir dünya
var; bir de üstü örtülü ruhsal bir giz var. Ancak o giz, fiziki olmadığından
kimine göre aleni, kimine göre ise ütopik. O gizin dünyaya düşen gölgesini algılayarak
idrak edebilenler ile edemeyenler arasında süren kıyasıya fikri veya fiziki
çatışma, dünya var olduğundan itibaren süregelmektedir.
Biri insanı yalana; diğeri gerçeğe götüren seçimde verilen
kararın doğrusu; ancak vahyi mi yoksa vahiy dışı mı kıyasıyla mümkündür.
Ne zaman ki, insan, bildiği tek
şeyin hiçbir şey bilmediği gerçeğini kabullenerek kulluğa razı olur; işte o
zaman bedenin ya da maddenin içinde ne olduğu sorusuna da yanıt bulur.
“Allah'a
birtakım benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her
şeyi) bilir, siz ise bilemezsiniz.” Nahl 74
Halen kâinattaki maddelerin yüzde doksanın
görünmez olduğunu itiraf eden bilim, “Karanlık
Madde” olarak tanımladığı görünmezliği çözemediği aşikârken; nasıl ve neyiyle
yaratıcılık vasfını kendine yakıştırabilmektedir?
Suç, kaos, savaş, bela, açlık, düşmanlık, felaket,
sömürü, haksızlık ve adaletsizlik, nefret ve kin, huzursuzluk ve güvensizlik
had safhada olup binbir türlüsünün işlendiği dünyada, herkesin kendi çıkarına
çalıştığı seküler siyasetin kurduğu düzen aleniyken; nasıl ve neyine itimat
edilebilir; insanlık adına varolabildikleri düşünülür; mal ve can güvenliklerini
teminat altına alabileceklerine inanılır?
Vahye göre değil kendi arzu ve isteklerine ya
da beşeri güçlerin taleplerine izafeten dini hüküm getirenlerin kurdukları dinlere
iman edilebilinir mi; nefis lehine verdikleri fetvalara güvenebilinir mi?
Öyleyse yaşatacak, öldürecek,
durdurabilecek, engelleyebilecek, dönüştürebilecek, değiştirebilecek, çözebilecek, uzatabilecek, kısaltabilecek ve verdiği söz
ya da vaatte bulunabilecek bir güce sahip olmayana; GÜÇ denilebilinir mi?
Gücü
mutlak olmayan güç, güç değil; yarım bardak suya sokulan kalemin kırık
görüntüsüdür.
Bir gün Makedonya Kralı İskender, Asya seferinden
dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul
olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki, İskender’i çok etkileyip
hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı
zamanda bilge bir filozoftu.
İskender, onlara; “dileyin benden ne
dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize
ne verebilirsin ki?” cevapları
üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum.
Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım”
diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş.
Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul
halk; “Peki,
senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle
yeterlidir”
diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize
ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size
nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl
ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; “Ey
dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi
verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender
hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl
verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç
hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye
sorduklarında, İskender
hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan
şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında
insanlar; “Öyleyse
ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin
benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve
dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer
bize vermeyi düşündüğün mal, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler
ise, her halükarda onları layık olduğumuz nispetince zaten temin edebiliyoruz.
Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları
bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan
ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği
ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl
muhafaza edeceksiniz?”
İskender, duyduğu gerçekler karşısında,
sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde
gerçekte bir “hiç”
olduğunu anlamanın ezikliğiyle boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.
Şimdi inandığınız o sefil din, siyaset ve
bilim adamlarına bir sorun bakalım; ey kurtarıcı maskesi takmış yalancılar;
İskender dahi neredeyse dünyayı fethedebilme uğruna sayısız zaferler kazanmış
bir bilge olmasına rağmen yoksul bir kasaba topluluğunun bile isteklerini gerçekleştirememişken,
laftan öte hiçbir kudretsi meziyetiniz olmayan siz; “bize ne verebilirsiniz; ölümümüzü durdurabilir misiniz; yaşam
garantisi verebilir misiniz; sürekli sağlıklı kalmamızı sağlayabilir misiniz;
musibetleri defedip koruyabilir misiniz?”
“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21
“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman
kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler
fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları
şeylerle başbaşa bırak.” En’am 112
“Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun eseridir.
Hala aklınızı kullanmaz mısınız!” Mü’minun 80
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder