Hem
de öyle bir şarlatanlıktır ki, bilimin güvenilir olmadığına açık bir kanıttır.
20.
Yüzyıla kadar Batı’da hor ve sapıkça görülen psikanaliz, Sigmund Freud ve Carl
G. Jung’un dayanaksız hipotezleriyle bilimselleşmeye doğru giderek, seküler
bilimce meşruiyet kazanmış ve üniversiteler kanalıyla daha da yaygılaştırılarak
insanlar öyle sömürülmektedirler ki, bedene uygulanan antidepresan ilaçlarla yürüyen
ölülere dönüştürülmektedirler.
Öncesinde büyücü, falcı ve cin çıkartma
gibi işlerle uğraşanlar suçlanarak ya hapsedilir ya idam edilir ya da yakılarak
öldürülürlerdi.
Psikanalizde her şey hayal ürünüdür.
Gözlemleme ve örnekleme neticesi
rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar ayniyet sağlamadığından çok farklı
sonuçlar doğmasına anlam verilememiştir. Onlarca psikanalistlerin uyguladığı
serbest çağrışım, rüya yorumları ve edim hatalarının çözümlenmesi tek taraflı
bakış açısının sonucu değildir. Psikanaliz kuramı cinsellik boyutunda dahi
başarılı olamadığı gibi, insanların hiçbir sorununu çözememekte, tedavi
edememekte ve antidepresan ilaçlarla beden baskı altına alınarak yan
etkileriyle birlikte insanlar büsbütün mahvedilmektedirler.
Öyle ki, psikanalist, yaptığı çözümlemelerden sonra hastaya durumunu
anlatıp teşhisini koyar. Hasta, bunun üzerine ruhu keşfedememiş psikanalistin
bundan nasıl bu kadar emin olduğunu sorar. Doktor da böyle bin tane hasta
gördüğünü söyler. Hasta; “Ben de bin
birinci örneğim herhalde” diyerek, tedavinin onca saçmalığını belirtir.
Teorisini libido yani cinsel
dürtüsel enerji üzerine inşa etmiş olan gerek psikanalistin kurucusu Freud, libido
kavramını saçma bularak “psişik enerji” metodunu geliştiren gerek Jung’ın biyografileri incelendiğinde, her ikisinin de nasıl “asosyal canavarlar” olduğunu ve iddia
ettikleri kuramlarına tamamen zıt yaşam sürdürdükleri anlaşılabilecektir.
Freud,
seksten hiç haz etmemiş ve onu hayatından uzak tutmuşken; Jung, gayet aktiftir
ve evlilik dışı ilişkilerde sınır tanımamıştır. Oysa teorilerinde bunun tersi bir tablo karşımıza çıkar.
Psikanalizin kurucuları olarak kabul edilen Freud ve Jung’ın teorileriyle uyuşmayan
hayatları, günümüz psikiyatrların kavrayabilmelerine kâfi gelmemekte ve hayali
teşhis ve tedavileriyle insanları dolandırmaya ve aldatmaya devam
edebilmektedirler. Olmayan bir hastalık ve şifa adına temas edemedikleri ruh
taraması ve sinir kütlesi olan beyni de ruhsal tespitlerin yapılandığı merkez
kabul ederek, güya bilimsel teşhise ve tedaviye kalkışan psikiyatrilerin kendi
bakış açılarıyla anormal yani sapkın oldukları aşikârdır.
Oysa
hasta bir ruh yoktur ve sonradan hastalanabilmesi de mümkün değildir. Kadersel
programa göre kötü, inkârcı, asi, azgın ve sapkın ruhlar
vardır ama psikanalizcilerin hezeyan ettikleri gibi hasta olup teşhis ve tedavi
olası bir ruh muhtemel dışıdır.
“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh,
Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra 85
Ruha
inanmayan Freud gibi bir ateistin ruhsal enerjiyi cinsel enerji olarak
tanımlayıp ve bütün teorilerini böylesi cinayetsi bir yanlışın üzerine inşa
etmiş olduğu ortadayken; teorileri uygulanmaya devam edilerek insanların
sömürülmesi bilim adına kabul edilebilmektedir. Nedeni de ruhun yaratıcıya yani
Allah’a ait olup manipülasyonla reddedebilme gayretidir.
“Bilgi
hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan
kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud
Freud’un
“libido” olarak adlandırdığı, pek çok his ve düşünceyi açıklamaya çalıştığı
cinsel dürtülerin kök verdiği enerjiyi, sonradan ruhsal enerjinin bütünü olarak
kabul etme zorunda kalmış ise de ruhun; ilahsal niteliği ve işlevini inkar etmesinden
müthiş bir karmaşa yaşamıştı. Jung da savunduğu “psişik
enerji”’yi, bazen
bilinçaltında toplanıp, bazen de çeşitli içgüdülerin birinden diğerine
geçebildiğini söyleyerek, ruhsal etkileşimi fizyolojik bir oluşum olarak
değerlendirmiş; ruhu, zihin ve duygu sisteminden ayırarak, sosyal aktiviteler,
gelenek ve alışkanlıklarla enerjinin, iradesel güçle farklı eylemlere
yönlendirilebileceğini iddia etmişse de, kendi sefil hayatına uyarlayamamıştır.
Seküler
bilgi donanıma haiz teorisyenler, ileri sürülen görüşlerin duygusal ve
mantıksal açıdan tutarlı olup olmadığını, ampirik yani deneye dayalı açıdan ise
gözlem ve deney sonuçlarının gerçekle uyuşup uyuşmadığını sorgulayıp, pratikten
ziyade varsayımlarla kıyaslayarak doğru bir kanıya vardıklarını sanırlar.
Herkes fikir yürütebilecek, yargılayabilecek ve eleştirebilecek özelliğe, ancak
dayandığı temel kurallar doğrultusunda şartlı sahiptir. Bilginin nesnel olması,
bireylerin tümünden birden yahut kaderden bağımsız olması demek değildir. Bilginin
kamusal ve kadersel niteliğinin anlamı da budur!
Psikanaliz,
insan üzerine düşünmek demektir. Psikanaliz, ruhsal hastalıkların nedenini
bulma amacıyla yola çıkmış, insan ruhsallığını ve genelde insanı anlamaya
olanak verecek bir kuram oluşturmuştur. O nedenle psikanalitik uygulama, aynı
zamanda bir düşünce eylemidir. Peki, yalnızca düşünmek ve düşünürken teorisel
metotları kullanmak sorunları giderir mi? Denetim altına alınamayan ruhun
güttüğü davranış ve tepkiler dilenilen biçime sokulabilir mi? Psikanaliz, ruhsal hastalığı tedavi
etme metodunda, bireyin düşüncesini değiştirerek, ruhu etkileyip zihinsel ve
duygusal çatışmaya son verecek bir uzlaşma sağlayabilir mi? Ruh mu düşünce ve
davranışa hükmediyor, yoksa düşünce ve davranış mı ruha? Fiziksel eyleme dönüştürülebilecek
ruhsal bir baskı ya da telkinlerle düşünce veya duygunun etkilenebilmesi ve
iradece yönlendirilebilmesi mümkün müdür?
Ruhu
seküleştirip yaratıcı Allah’tan tamamen koparıp iradeleri altına sokma
çabaları, otomatikman absürt hipotezlere meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa merkezi
idareyi ve kontrolü sağlayan ruhun, kendi egemenliğinde zihinsel veya duygusal
herhangi bir belirsizliğe, aykırılığa veya başıboşluğa izin vermesi mümkün değildir.
Ruh hakkında pozitif hiçbir bilgileri olmayan psikanalistlerin merkezli tanı ve
teşhisleri, bilimsel yalanın dehşetsi boyutunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla seküler
bilim adına meşruiyet kazanmış psikanalist bilime çalınmış öylesine en korkunç
kara bir lekedir ki, psikiyatrılar, psikologlar ve psikoloji konusunda ahkâm kesenlerin
tamamı yalancıdır, sömürücüdür, dolandırıcıdır, beter kılıcıdır, mahvedicidir
ve şifa verme iddiasıyla insanları yürüyen ölülere dönüştürenlerdir.
Ki,
Freud dahi; “Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok
soru sormak niyetindeyiz” açıklamasıyla sıkıntılarına
çare arayanları konuşturarak mastürbasyon yaptıklarını itiraf etmiştir.
Psikanalizciler,
hipotezleriyle hayali hasta türleri üretmekte ve kendi ürettikleri nesnel
hastalıklara tanım koyarak, tedavi etmeye kalkışmaktadırlar.
Freud,
ruhun çözülemeyen gizemi karşısında bilgiden öte hiçbir yeterliliği olmadığını açıklayarak,
kurucusu olduğu psikanaliz kuramını reddetmek zorunda kalmış ama günümüz
psikiyatrileri ruhu denetim altına alıp üzerinde egemen olabilecekleri iddiasıyla
aldatmaya ve sömürmeye devam edebilmektedirler.
“Benim görüşümce, psikanaliz
özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksinimi yoktur.
Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gel
gelelim pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek
yetersizdir, bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir ne de
sistemlidir.”
Ruhu denetim altına alarak
dilediği gibi yönlendirebilen ve hükmeden; Allah’ı da denetim altına alarak hükmeder!
“O (Allah) ki, yarattığı
her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.
Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir.
Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az
şükrediyorsunuz!”
Secde 7-8-9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder