Seküler
yani batıl hukuk, nefsi yücelten kanunlarla inşa edildiğinden adil olabilmesi
mümkün değildir. Her rejimin bir hukuku vardır ve hukukun önemine işaret edilir
lakin adil olup olmadığına aldırılmaz. Hukukun çiğnendiğine vurgu yapılır ama
devletin hazinesi olması gereken adalete yangın misali sahip çıkılmayarak kıyamet
yaşanır. Adil olmayan hukuk, ayakları olmayan engellinin ayakkabısı olması
gibidir!
Kölelik karşıtı mücadelesiyle bilinen
Amerikalı filozof Henry David Thoreau der ki; “Adil olmayan yasalar mevcuttur: Onlara itaat etmekle yetinelim mi,
yoksa bu yasaları değiştirinceye kadar onlara itaat mi edelim, yoksa bu
yasaları ihlal mi edelim? Bu tür bir devlet yönetimi altında insanlar
genellikle çoğunluğu ikna edinceye kadar beklemek gerektiğine inanırlar. Eğer
yasalara karşı gelirlerse, çözümün mevcut kötülükten daha kötü olacağını
düşünürler. Fakat bilinmelidir ki, devletin kendisi çözüm olarak mevcut
kötülükten daha kötüdür.”
Her
nefsin doğru yahut yanlış algısı adaleti doğrayan yegâne sebeptir. Ancak hukuk
nefsi arzular üzerine inşa edilmiş ise, insanda nefsinden öte hiçbir şeye kaygı
duymamakta, dolayısıyla adaletin değil nefsin peşine düşülmesinden kuvvetlinin
zayıfı ezip geçmesi meşru hale gelmektedir.
Adaletin
ilki devletten gelmiyor ise, devletin toplumsal düzen sağlayıcısı hukuk ne işe
yarar? Adaletin hesap sorduğu bir yargıda çıkar ve merhamet hakkı gözetilirse,
adalet doğranmıştır! Dolayısıyla Allah; ana, baba, kardeş ve evladının aleyhine
dahi olsa adaletle şahitlik etmekten vazgeçilmemesini emretmiştir. Ne var ki
nefis, adil olmaya izin vermemekte, çıkar ve merhamet saplantıları hakkı ve adaleti
öyle savurmaktadır ki, tıpkı kuvvetli bir rüzgârın bitkileri çerçöp haline getirmesinden
farksızdır!
Suriye’deki
vahşetin yaşandığı bir dünyada artık seküler hukuk, ancak tükürükle boğulmalıdır.
Haksızlıklar karşısında susan korkaklar, nasıl barış şemsiyesi altını sığınırlar
ise, canilerde hukuka barınarak kendilerine dokunulmazlık sağlarlar.
Şeytanın bedenine girerek fiziki görünüm kazandığı Beşar Esed adlı
cani, yıllardır onbinlerce insanı kıymasına rağmen tartışmaktan öte hiçbir
yaptırım uygulanmaması hukuk ise, adalet nerede? Barış adına Cenevre’de
düzenlenen görüşmelerde kelimelerin doldurulması, halen deşilmekte olan
insanlardan daha önem arz ediyorsa, sonucun insani değil şeytani çıkacağı
kaçınılmazdır. Dolayısıyla bir mahallede, şehirde yahut
ülkede seri cinayetler işleyen azılı bir katil ortaya çıktığında; nefesler
tutulur, korku yürekleri kaplar ve güvenlik güçleri alarma geçilerek sürek avı
başlatılır. Lakin her gün yüzlerce insanı öldüren Beşar Esed adlı seri katil
için uluslararası hukuk hiçbir önlem almıyor, caninin kırılmamasına hassasiyet
duyuyor ve cinayetleri izliyor ise, seri katilliği meşru hale getiren hukuk
karşısında dileyenin dilediği gibi insan öldürmesi hukuka aykırılık teşkil
edebilir mi? Bu durumda terörist olarak yaftalanan insanlarda nefsi hukuklarını
uygulamalarından dolayı suçlu sayılamazlar! Tecavüzcüsü de, soyguncusu da hırsızı
da hukuklarının icabını yapmaktadırlar.
Hukukun
dayanağı nefis ise, bir nefis diğerini mahkûm edemez; eğer hukukun dayanağı
vahiy ise, kim olursa olsun ayrıcalık gösterilmez ve bedeline bakılmaksızın adaletin
gereği yerine getirilir! Seküler rejimlerde inşa edilen hukuk nefsi olduğundan
ne hak ne adalet ne vicdan ne de insani bir ölçü vardır! Varsa yoksa çıkardır,
gerisi manipülasyondur!
Charles
Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz
veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleştirmişti. Teorisine
göre; “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir,
uyum kuranlar çoğalır.” Adına ‘Doğal seleksiyon’ verdiği ve evrimin itici gücü,
yani ilerlemenin dayandığı düzenek koyduğu düşünce, 19. yüzyılın acımasız
kapitalizmini ve emperyalizmini doğurmuş, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”
anlayışını seküler düzende egemen kılmıştır.
Böylece
despot iktidarlara boyun eğmeyip uyum göstermeyenler katliamı hak etmekte ve
uyanlar sağ bırakılmaktadırlar. İşte dünyada hâkim olan bu düzenden dolayı
zalim Esed, iktidarına muhalefet edenleri vahşice elemektedir. Dolayısıyla seküler
düzenin Esed’e müdahalede bulunabilmesi mümkün değildir.
Yaratıcı
Allah’ın koyduğu düzene asi olanlar güçlerine güvenerek ne kadar ‘benim’
diyerek böbürlenmek suretiyle zulümlerinde ısrarcı olsalar da, eceli gelen her
devlet gibi silinip süpürüleceklerine şüphe yoktur.
Allah’ın Suriye’deki vahşete
izin verip şımaran dünyaya müdahale ettirmeyerek ‘o kitap’ta takdir ettiği günü
beklemesi, Nuh tufanı ve diğer kavimlerin başlarına gelen binbir türlü felaketin
tüm insanlığı kuşatacak olmasındandır. Bugün Suriye’deki vahşeti izleyen
milyarlar var ama o gün, izleyebilecek ne kadar canlının geride kalacağını
bilmiyorum. Sözünü ettiğim felaket, kıyamet öncesi meydana gelecek belâlardır
yani Suriye’deki vahşetin tetikleyeceği bedelidir.
Kıyamet ise öyle bir gündür ki,
yeryüzü tutuşacak, gökyüzünde peyda olan
korkunç ses ve görüntüler kalpleri durduracak, binlerce volkan tarafından fışkıran
lâvlar dünyayı kaplayacak, yerler eriyecek, denizler kaynayacak, kıtalar
batacak, uçan kızgın taşlar insanları avlayacak, yarılmış arzın gümbürdemesi ve
kül kasırgalarının kükremeleri dünyayı yok edecektir. Kimileri Mars yahut bazı
gezegenlere kaçarak yaşayabileceklerini sanıyorlar ama sonuçta kâinatın tamamı
yaratıcının hükmü altındadır.
“Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi
bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara
asla yardım da yapılmaz.” Bakara 48
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder