Teoride muhakeme yetisi bulunan insanoğlunun, Yaratıcısı Allah’a değil de yarattığı kula boyun eğmesini özgürlükle bağdaştırabilen seküler doğmalı laik, demokratik ve sosyalist gibi düşüncelere itibar ederek hür olabileceği hezeyanı; kıyamet gününe kadar lanetlenen şeytanın Allah’tan mühlet dileyip, “Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde günahları süsleyerek, ihlâsa erdirdiğin kulların müstesna hepsini mutlaka azdıracağım” vaadinin kaçınılmaz bir sonucudur. Yoksa doğruyu yanlıştan ayırabilen bir insan, düşlediği özgür düşünce ve iradesiyle yaratıcısı Allah’a karşı gelip, kendini düzen kurucu ve kanun yapıcı bir tanrılığa yüceltebilmesi akli midir?
Ne var ki şeytanın kadersel misyonunu ortadan kaldırıp Allah’ın düzeni yok edilemedikçe, insanın egemen olabilmesi, iyilik ve refahtan müteşekkil dilediği tek tip hayatı mukim kılabilmesi asla mümkün değildir. Özellikle her an arzulanan kötünün, musibetin, hastalığın, kaybın, savaşın, ölümün ve acının son bulmasıyla ilgili temenniler, ancak şeytanın tamamen yok edilmesi, dualitenin ortadan kaldırılması ve Allah yenilgiye uğratılarak düzenin yeni baştan yaratılmasıyla muktedir olabilir. Kendi hayatında bile olumsuzlukları bertaraf edemeyen, bir gününü dilediği gibi yönlendiremeyen hatta ailesiyle başa çıkamayan insan; başkalarının hayatını ve dünyayı dilediği gibi organize edebilir mi?
Hiçbir insan, iradesiyle ne özgür ne de başarılı olabilir. Özgürlük ve başarı, kul olan insana verilebilecek bir imtiyaz değildir. Aksi takdirde yaratık bir kul değil, yaratıcı Allah ile aynı egemenliği paylaşan bir tanrı olur.
Nefislerin tahammül edemediği kötü, tıpkı gülün dikeni gibidir. Nasıl dikensiz bir gül düşünülemez ise, kötüsüz ve tehlikesiz bir hayatta tahayyül edilmemelidir. Bu sebeple ihlâslı bir insan, yaratıcısı Allah’ın takdirine isyan edercesine kötüden asla rahatsız olmamalı, doğrudan mücadele etmelidir. Zaten insanın yaradılış amacı ve cennette yaşayan şeytanın lanetlenerek kötünün temsilcisi olma gayesi; insanı insan olma ayrıcalığına götüren kötüye ve haksızlıklara karşı koyması içindir. Kötüye isyan; doğrudan Allah’a isyandır. Kötüye karşı muhatap olunacak bir bela korkusuyla mücadeleden kaçınanlar, sadece şikâyet eder; bedel ödemeye yanaşmadan iyilik veya barışı talep ederler.
Allah’a iman ettiğini ifade ettiği halde hilkatteki eşlerini güçlü sanarak dayanıp güvenmesi ve sıkıntılarından kurtarıcı addetmesi, apaçık gizli bir şirktir. Ayrıca kötüye karşı sessiz kalıp başı belaya bulaşır endişesiyle iyiyi savunmaktan geri duran veya çıkarlarından endişe duyarak kötünün karşına dikilip adaletle şahitlik etmeyenler, şüphesiz insan olmayıp şeytanın adımlarını takip edenlerdir. Çünkü onlar için yaratıcı Allah’tan gelecek menfaat ve itibar değil, cinsinin vereceği artıklar ve takdir önemlidir.
İnsanoğlu, karşısındakinin gücü ve makamına göre öyle kulluk eder ve rızasını kazanıp takdirine duçar olabilmek için itaat eder ki, sanki idolü tanrısal bir kudrete sahipmiş gibi heyecandan nefes dahi almakta zorluk çeker ve aldığı emri şeref sayarak, kuvvetli sandığı insan iradesinin yaptırımsal gücüne inanıp tüm kapıların açılabileceğini düşünür, sonra da özgürlükten söz eder…
İnsan nezdinde Allah’ın vaadi ve hükümleri efsaneden farksız bir ütopyadır.
Yaratıcının koyduğu kuralları özgürlükleri kısıtlayıcı zorba ve baskıcı kabul eder, kendi yaptığı yasaları ise hürriyetlikle özdeşleştirip, kendi elleriyle düzenledikleri onca yasağı, ayırımcılığı, despotluğu ve sömürücülüğü çağdaşlık olarak empoze eder. Oysa yaratıcı Allah’a ve buyruklarına benlik güderek üstün olabilecekleri sanısıyla uygarlık yolunda ilerlediklerini düşünürler. Dolayısıyla uygarlık, Allah’a karşı böbürlenmekle eşdeğer tutulmaktadır.
İnsanın emanetsel gücü ve makamı, her şeyin üstesinden gelebilecek yanılgıyı doğurmakta, sanki Yaratıcısından bağımsız bir özgürlüğe sahipmiş gibi aleyhindeki menfi yazgıyı aşabileceği ve dilediğini yapabilecek dirliğe sahip olabileceği izlemine kapılmaktadır. Benliğinin kendisine kurduğu özgürlük tuzağıyla her ne kadar yüzleşse de, mazeretlere sığınarak sahibine teslim olmamakta direnmeye devam eder.
İnsan, görsel şöhreti ve gücü ne olursa aslında bir odun ve cisimden farksız bîçaredir. Aralarındaki fark, ruhu ve yaratıkların içinde en mükemmel yaratılmış olmasıdır. Daha net anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek vereceğim:
Denizde boğulmak üzere çırpınan ve son nefesini vermeye saniyeler kalan bir insan, tam derin sulara gömüleceği sırada ellerinin arasına bir tahta parçası veya plastik bir cisim tutuşarak, kıyıya çıkıp kurtulmasını sağlar. O insan, hayatını kurtaran cansız ve değersiz o nesneyi kurtarıcı addetmez ve kıyıya çıkınca ona şükranlarını sunup baş tacı yapmaz. Şayet böyle bir davranışta bulunmuş olsa, herkes, kendisinin delirdiğini zannedip tımarhaneye götürmeye kalkışır. Oysa o nesne, hayatını kurtarmamış mıydı? Ancak kendisini kurtaran bir cisim değil de kendi gibi bir insan olsaydı, şüphesiz onu kurtarıcı bir tazimle yüceltir ve yardıma koşmasaydı mutlaka öleceğini düşünerek, hayatının sonuna kadar kendisini borçlu hisseder. Peki, o insan, kıyıya çıkınca tekme vurduğu o cisimden farklı ne yapmıştı sorgusuyla otokritik yapmadığından, kurtarıcının asla bir yaratık değil doğrudan Yaratıcı Allah olduğu gerçeğine de vakıf olamaz.
Dolayısıyla ister dünyanın en zengin insanı, ister kralı, ister lideri, ister cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanı, milletvekili, belediye başkanı, generali, din veya bilim adamı ya da muhtarı olsun; hepsi bir hiçtir ve acizdir; hayat kurtarma gibi birçok olayda aracı olan cansız nesneler misali yaratıcılarının belirlediği sınırların dışına çıkamazlar.
Her şey öylesine hızlı ve hareketli gelişiyor ki; bir hiçken iktidar, bilgeyken cahil, güzelken çirkin, huzurluyken kederli, zenginken fakir, galipken mağlup, diriyken ölü olabiliyor, bir gün gözyaşların yeryüzünü delerken, ertesi gün mutluluğun göğü sarabiliyor. Aslında insanoğlunun özgür iradesi ve seçim hakkı olabilse; yarını meçhul günün endişesini taşımaz ve yaşadığı ana şükrederek, o günün bir daha doğmayacağı bilinciyle hareket eder. Kontrolünde olmayan bir hayatta, musibetlere karşı dövünmek akılcı mıdır?
Düşünsen de düşünmesen de, istesen de istemesen de, güçlü olsan da olmasan da olaylar, hakkında verilmiş olan yazgı mecrasında gelişerek sonuçlanıyor. Mutlak İrade karşısında çaresizlik sürüyor ve bir köle olarak yaşamaya devam ediliyor. Her ne kadar özgür olunabileceği hayaliyle onca mücadele yapılsa da hiçbir zaman özgürlüğe kavuşulamıyor, Allah’a kulluk kabul edilmese de, mutlaka birilerinin kölesi olmaktan da sıyrılamıyor. Örneğin devletin, patronunun, müdürünün hatta çocuğunun bile!
Kime karşı özgürlük! Eğer bazı dileklere kavuşuluyor ve geçici müspet ilerlemeler kaydediliyorsa; bu, iradesel bir dirayetten değil, Yaratıcı öyle olmasını istediği içindir. Aksi takdirde hiç kaybedilmemesi, hata, yanlış ve olumsuzlukların engellenmesi kaçınılmaz olmalıdır. Hiçbir şey ışıktan daha hızlı gidemez. Daha doğrusu ışık hızından daha yavaş hareket eden hiçbir şeyin hızı, ışık hızının üstüne çıkamaz. Daimi olarak ışık hızı bariyerinin "öteki tarafında", evreni kontrol eden merkezi bir üst vardır. Bu kulağa bilim kurgu gibi gelebilir ama pozitif fizikçiler gerçeği kabul etmek zorundadırlar.
Işığın boşluktaki hızıyla başka ortamlardaki hızı arasında hız farkı vardır. Elmaslar bu yüzden parlar. Yüzeyinden yansıyan ışık, içinden geçen ışıktan daha hızlı hareket eder. Ruhla maddeyi dilediği gibi biçimlendiren ve kıymetlendiren Yaratıcı, ışığı ve enerjiyi ruhla özleştirmiş ama ne garipse ikna edememiştir.
Dev bir saat düşünün. Ay ile dünya bunun parçaları olsun. Newton’un kanunları bütün o dönen çarkları birbirine bağlayan görünmez telleri ve çubukları tamamen sergiliyordu. Newton’u okuyan ve bu savı anlayan herkes göğe bakınca, vücutlarına etki eden yer çekim gücünün ay yörüngesine ve oradan da sonsuzca öteye uzandığını ilk kez fark ediyordu. Hafızaların alamayacağı, o muhteşem egemensel bir yaşamın var olduğu görünmez ruhsal alanlar! Başarabilirseniz bir düşünün bakalım!
Gerçekte ne aklın, ne zekânın, ne bilgeliğin, ne cesaretin, ne azmin, ne de tecrübenin hiçbir önem arz etmediği, bunların fiziksel oluşumları tetikleyen ve yaşamı renklendiren birer bahane, araç ve sebepler dizisi olduğu muhakkaktır. Kaderi yazan egemen güç, kontrolü de elinde bulundurduğundan; ne kadar çırpınırsa da özgür olabilme imkânı bulunmamaktadır. Ne bir şeyi tembellik yapıp kaybetme ne de gayretli olup başarma gibi mutlak bir iradeye sahip olunamamaktadır.
Her canlının düşünce ve davranışlarının hükmü, tasarrufu ve yönetimi Yaratıcı’nın elindedir. Herkesin bu gerçeği kavrayarak gereğini yapabilecek bir cüz’i iradeleri dahi olmuş olsaydı, ne inkâr eden, ne isyan eden, ne de benliklerini yücelten azgınlara rastlanılırdı.
Yeryüzünde canlı-cansız ne varsa hepsinin bilgisi, denetimi, yönetimi ve yönlendirilmeleri Allah’ın iradesinde olduğuna göre; özgürlük, bağımsızlık, iktidar, başarı, zafer ve seçim hakkı gibi iradesel bir gücün olabilmesi mümkün müdür? Bu sebeple, ulaşılabilmesi asla mümkün olamayacak ütopyalardan vazgeçip, sadece hak ve adalet adına yapılan mücadelelerin bir karşılığı vardır. Onun için özgürlük değil adalet! İnsan değil Allah!
Bir taraftan kul olmaya benliği tahammül edemezken; diğer taraftan şöhretli bir sanatçıya dokunabilmek hatta yan yana fotoğraf çektirebilmek için öylesine kendini aşağılatır, kul ve köle olur ki, yaratıcısı Allah’a layık görmediği kulluğu, hilkatteki sefil bir eşine tapınırcasına duyabilmektedir. Liderler ve devlet adamlarına da aynı heyecan duyulmuyor mu? Sonrada varsa yoksa özgürlük ve bireysellik teraneleri çalarlar.
Adalet için değil de özgürlük peşinde fütursuzca koşan insanoğlu, gerçekten ne kadar da zavallı!
“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz, Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” İnsan 30
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder